15 Haziran 2025 Pazar

Geçmisin Gölgesinde / 7.Bölüm (Yazan : NK)

7.Bölüm : Omuzlardaki yükler...

Kızlar öğle saatlerinde konuşup anlaşmış işten çıkar çıkmaz da Nevin Hanım'ın yanına gelerek hazırlıklara yardım etmeye başlamışlardı. Bu akşam her şeyin kusursuz olmasını istedikleri kadar ortamın da sıcacık olmasını arzuluyorlardı. Hani hissedilen huzurun sohbetlere yansıdığı tadılan lezzetlerin de damaklarda bir bayram havası estirdiği ortamlardan...

Bunu başaracağa da benziyorlardı çünkü hazırlıkları hiç fena gitmiyordu. Ela ikramlıklardaki ufak tefek eksikleri giderirken bir yandan da sık sık bahçeye çıkıp zarif detaylarla süslü masadaki kristal kadehleri ve servisleri kontrol ediyordu. Nevin Hanım'ın özel günlerde kullandığı birbirinden şık dokunuşlarla süslü porselen tabakları ise göz dolduruyor ve masaya "Buranın yıldızı benim" dedirtiyordu. 

Masanın tam ortasında yer alan geniş ve yayvan vazo bir tabloyu andıracak kadar özenliydi. Canlı mor tonlarıyla sözcüklere sığmayacak bir zarafet taşıyan çiçekler turuncunun iç ısıtan enerjisiyle dengelenmişti. Aralarına serpiştirilmiş minik bembeyaz papatyalar ise bu renk şölenine sessiz ama anlamlı bir saflık ve zarafet katıyordu. Çiçeklere baktıkça Ela'nın yüzünde içten bir tebessüm beliriyor içini de huzur dolu çok hoş duygular kaplıyordu.

Ancak Ela'yı en çok zorlayan şey havadaki tatlı esintinin rahat vermediği peçeteler olmuştu. Genç kızın peçeteleri düzeltirken iç çekerek "Biraz rahat mı dursanız acaba? Misafirlerimiz gelecek lütfen bana yardımcı olun" deyişi de Mine'nin "Ela'nın sinirlenirken bile kibar olması bir tek beni mi güldürüyor Nevin abla?" demesine yol açıyordu. Merak etmesin bu durum herkesi güldürüyordu. Aynı şimdi de olduğu gibi... 

Bahçede durumlar böyleyken mutfakta ise bambaşka bir hareketlilik vardı. Mine adeta mutfağın ikinci şefi gibi çalışıyordu. Pratikliği ve özeniyle Nevin Hanım'ın yükünü hafifletmiş onunla birlikte yemeklerin son dokunuşlarını yapmaya başlamıştı. Kalın tabanlı tavada nar gibi kızarmış enginar köfteleri fırından yeni çıkan köz patlıcanlı bohçalar ve üzerine zeytin kokulu sızma yağ gezdirilen birbirinden leziz mezeler çoktan sunuma hazırlanmıştı bile. Mine hazırlanan her yemeği servis tabaklarına zarifçe yerleştiriyor süslemelerde bile gösterdiği titizlikle göz dolduruyordu. 

Sadece yemeklerle de ilgilenmiyordu elbet. Ara sıra mutfak penceresinden bahçeye doğru seslenerek Ela'ya şakayla karışık takılıyor Ela da onu karşılıksız bırakmayıp aynı şekilde takılma yollu cevaplar vererek karşılıklı gülüşüyorlardı. Nevin Hanım ise o anlarda mutfak tezgâhının kenarında ellerini önlüğüne silerken göz ucuyla onları izliyordu. Yüzünde içinden taşan duyguların yumuşak bir yansıması olan tatlı bir tebessüm vardı. İkisi de cıvıl cıvıl genç kızlardı ve o kadar iyi anlaşıyorlardı ki bu Nevin Hanım'ı çok mutlu ediyordu.

Ela tek çocuk olarak büyümüş ve aile anlamında da ister istemez çok eksik kalmıştı. Teyzesi olarak her ne kadar bu eksikliklerin onu etkilememesi için uğraşsa da en büyük desteği dostlarından görüyordu. Mine olsun Yelda olsun Buğra olsun Ela ile kardeş kadar yakınlardı birbirlerine. Sadece onlar değil aileleri de harika insanlardı. Nevin Hanım belki yeğeniyle bir başına kalmıştı ama bu sevgi dolu insanlar sayesinde kocaman bir aile olmayı da başarmışlardı. Bu akşam da Yelda ve Emre'nin kutlama yemeği vesilesiyle bu aile sıcaklığını yeniden hissedeceklerdi.

........::::::::____::::::::........

Ela ile Mine kafa kafaya vermiş zeytinyağlı sarmalarla dolmaları patlatmadan düzgün bir şekilde tabağa yerleştiriyordu. Bugün bu yemekte bulunan herkesin gözdesi olacak olan bu tabakta kuru patlıcan dolmasından ebegümeci sarmasına kabak çiçeği dolmasından lahana sarmasına kadar birçok çeşit bulunuyordu. Herkesin beğenisi göz önüne alınıp çeşitler ona göre çoğaltılmıştı yani.

Mine aşırdığı sarmalardan birini kendi ağzına diğerini de Ela'nın ağzına atarken Nevin Hanım yanlarına gelmiş ve "Benim işim bitti kızlar! Anlaştığımız gibi tatlılar ve mutfak toparlaması size ait. Ben misafirlerimiz gelene kadar odama dinlenmeye gidiyorum" demişti. Ela bu sözleri duyar duymaz elindeki işten sıyrılıp hemen doğruldu. Teyzesinin önlüğünü yanağına tatlı mı tatlı bir öpücük kondurarak çıkardıktan sonra da "Ellerine kollarına sağlık Nevin Sultan!" dedi. Herkesin ellerine sağlıktı aslında.

"Sizin de ellerinize sağlık güzel kızlarım benim. Hadi bakalım devir teslim de tamamlandığına göre size kolay gelsin"

"Sağ ol teyze"

"Teşekkürler Nevin abla sana çıraklık etmek onurdu"

Mine'nin muzurca göz kırpışına "Deli kız!" diye karşılık veren Nevin Hanım gülümseyerek yanına gitti ve saçına bir öpücük kondurdu. Mine ise göğsüne sokulduğu Nevin Hanım'ın kollarında adeta kaybolmuştu. Minicikti zaten. Nevin Hanım yanağını okşadığı Mine'ye "Sen bugün rüştünü iyice ispat ettin tatlım inan çıraklıktan çıkıp şefliğe terfi edişini mutlulukla izledim" deyip onun gönlünü hoş ettikten sonra kızları yalnız bırakıp mutfaktan çıktı. Nevin Hanım basamakları ağır ağır çıkarken attığı adımların sesleri de gittikçe azaldı. Mutfakta yeniden tencere sesleri ve kesme tahtasında doğranan malzemelerin ritmi hâkim olmuştu.

Ela haşladığı patatesleri süzgeçli büyük bir kaba boşalttığında sıcak suyun buharı aniden yüzüne doğru hücum etti. Refleksle başını geri çekti ve gözlerini kırpıştırdı. Yine dalgınlık etmişti. Mutfaktayken şu buharın ansızın yüzüne çarpması her defasında onu hazırlıksız yakalardı. Alışamamıştı bir türlü. Yüzünü buruşturdu ve elinin tersiyle saçlarının alnına yapışan birkaç telini geriye itti. Ardından dikkatlice süzgeci sallayarak patateslerin suyunu iyice süzdü.

 Süzgecin içindeki patatesleri başka bir kaba boşalttığında mutfağa yoğun ama bir yandan da çok hoş bir koku yayılmıştı. O sırada Mine hazırladığı kremayı mikserle çırpıyor arada sırada yanındaki kaşıklardan birini alıp bu karışıma daldırarak tadına bakıyordu. Tabii konuşmadan sohbet etmeden bu işler de bitmek bilmezdi. 

"Sen patatesleri kerevizle mi haşladın Ela?"

"Kursta öğrettikleri gibi haşlarken içine bir tane de küçük kereviz koydum. Ne oldu?"

"Ne olacak hayatım? Mis gibi koktu!"

Duyduğu şey Ela'yı mutlu etmişti. Mine böyle diyorsa demek ki doğru yoldaydı. İkisi de o anki işlerine geri dönünce aralarında sessizlik yaşanmıştı. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir sessizlik gibi görünse de aslında her ikisinin de aklında dolanan bambaşka şeyler vardı.

Mine ne düşünüyordu bilinmez ama Ela'nın zihninde beliren görüntü biraz huzursuz hissetmesine neden olmuştu. Dün gece bir rüya görmüştü. Anlam veremediği ama içten içe irdelemesi gerektiğini hissettiği bir rüya... O rüyada gördüğü detayları ansızın hatırlayınca boğazında bir düğüm olduğunu hissetti. İçindeki sıkıntıyla elindeki malzemelerle uğraşmayı bıraktı ve ellerini tezgâha dayadı. Mine'ye söylesem mi söylemesem mi ikileminde kalmışa benziyordu çünkü vereceğini cevabı arkadaşını tanıdığı için biliyor gibiydi. Mine baktı kasvetli şeyler anlatıyor kesin "Aman rüya işte salla gitsin!" diyecekti.  

Buna rağmen Mine'ye doğru döndü ve tedirgin bir ses tonuyla dün akşam çok garip bir rüya gördüğünden bahsetti. Onu duyunca Mine işini gücünü bırakıp hemen arkadaşına yöneldi. Her ne gördüyse bu onu etkilemişe benziyordu çünkü Ela öyle gördüğü her rüyaları anlatan biri değildi. Mine halini tavrını gözlemleyerek ne gördüğü sorduğunda Ela tam ona rüyasını anlatmaya başlıyordu ki kapı zilinin çalmasıyla mecburen susup "Kim geldi acaba?" diyerek ellerini sile sile mutfaktan çıktı. Mine yüzünü asmıştı ve aklına gelen kişi sebebiyle de arkadaşının ardından seslenip "Ay ne olur gelen Buğra olmasın!" diyordu.

"Aşk olsun Mine! Niye öyle diyorsun?"

"Bilmiyorsun sanki! Şimdi gelir yaptığımız her şeye burnunu sokar. Sarmaları ortasından alıp bütünlüğünü bozar... "Bu fazla tuzlu bu çok yağlı" der. Ha bir de şu cânım mezelere "Aman ne uğraştınız ya yok muydu anam babam usulü bir yemek? Bunlarla mı karın doyacak?" der kiii... demezse içinde kalır zaten o etoburun! Of ya bütün hevesimizi kursağımızda bırakır şimdi o uyuz!"

Ela arkadaşının söylediklerine gülerek "Yapmaz diyemedim biliyor musun? Böyle durumlarda hiç koruyamıyorum arkadaşımı" derken kapıyı açmış ve Yelda ile göz göze gelince ikisi de aynı anda çığlık atarak birbirine sarılmıştı. Bu acayip sesler de mutfakta olan Mine'yi hepten meraklandırmıştı. Ne oluyordu be! 

Elindekileri apar topar tezgaha bırakıp "Ne oluyor arkadaşım adam mı boğazlıyorsunuz?" diyerek mutfaktan çıktığında o da Yelda'yı bu kadar erken görünce çok şaşırmıştı. Bir çığlıklı kucaklaşma da onlar yaşarken Nevin Hanım'ın sesleri duyarak gelmesiyle toparlanıp gülüşerek içeriye girdiler. Kadın dinlenemedi sayelerinde.

Yelda'yı içeri alıp mutfakta soru yağmuruna tutan kızlar bir yandan onu dinleyip bir yandan da hazırlıklarına devam ediyorlardı. Ela haşladığı patateslere hazırladığı özel baharatlı karışımını ekledikten sonra tırtıklı sıkma torbasıyla fırın tepsisine sıkmaya başlamış yanına gelen Yelda da konuşmasını kesip ne yaptığına bakarak "Nereden öğrendiniz kızım bunları? Şahane fikirmiş he!" demişti. 

Çikolata çanaklarına kahveli ve hindistan cevizli kremalar sıkan Mine hemen lafa girip "Senin düğün hazırlıkları bahanesiyle sürekli kaçtığın yemek kursunda öğrendik hanımefendi!" diyerek Yelda'ya şakayla karışık burun kıvırdı.

Kızlar bazı zamanlar kendi aralarında anlaşıp keyifli olacağı gerekçesiyle kurslara yazılıyorlardı. Tek bir şartları oluyordu o da bu kurslara aynı anda başlayıp aynı anda da bitirmek zorunda olmalarıydı. Bu defa Yelda yan çizmiş ve yemek kursuna düzenli olarak sadece Mine ile Ela gitmişti. Neyse ki Yelda'nın evlilik gibi geçerli bir nedeni vardı da kızlar onun üzerine "Bizi niye yalnız bıraktın bakalım" tadında gitmiyorlardı.

Ela'nın yanına geçen Yelda kavanozdan kuru yemiş alıp "Artık benim yerime de o kursa Emre devam edecek galiba. Ben anladım ki yapmaktan ziyade yeme de daha başarılıyım" dedikten sonra üçü de gülerken Ela'ya dönüp "Akşam kimler geliyor Ela? Dökül bakalım davetli listesini..." diye sordu. Oo! Kimler gelmiyor ki?

"Davetlerin vazgeçilmez konukları olarak Hulki amcam ve Nezoş'um kesin gelecek. Ferda teyze ile Buğra da gelecek ama Tamer amca gelemiyor çünkü arkadaşlarına önceden verilmiş sözü varmış. Erken dağılırlarsa belki kahve servisine yetişir ama yine de zor gibi"

"Ferda teyze bu hazırlıkları görünce sakın yine başlamasın "Ah aah! Allah bana da Ela gibi bir gelin nasip etsin" demeye... Nevin ablaya habire laf atıp duruyor zaten"

"Yelda!"

"Ne kızıyorsun kızım? Seni o meymenetsiz oğluna almadan rahat yok ona. Allah gecinden versin ama iki gözü de açık gidecek senin yüzünden. Ay yazık ya! Kadından da pek tatlı lokum gibi kaynana olur ama oğlu öküz yapacak bir şey yok. Zaten ya anası lokum oluyor ya da oğlu... İkisini bir arada bulmak için şansın dibine vurmak lazım herhalde"

"Yelda saçmalama Buğra ile kardeş gibiyiz biz öyle bir şey olması mümkün değil! Lütfen bu konunun şakasını bile yapmayın. Zaten Buğra da bu tarz konuşmalardan hoşlanmıyor"

"Aa! Diyene bak ya! Kızım siz değil miydiniz zamanında "Kırk yaşında hâlâ bekarsak birbirimizle evleniriz" diyen? Ay dilime taş!"

"O zamanlar on yedi yaşındaydık Yelda ciddi olduğumuzu düşünmediniz herhalde. Bildiğin şakalaşıyorduk işte..."

"Umarım değilsinizdir çünkü seni o Buğra'nın yanında karısı sıfatıyla görürsem fenalık geçiririm"

"Merak etme böyle bir şey asla olmaz"

Bu diyaloglar olurken suskun kalan Mine de mutfağın diğer ucunda sessizce çalışmaya devam ediyordu. Ela'nın söylediklerini dinlerken kızgın olsa da Buğra için üzülmüştü. Özellikle de Ela'nın "kardeş gibiyiz" sözleri içini sızlatıyordu. Buğra'nın ki tam manasıyla karşılıksız bir aşktı ve bunu bildiği halde Ela'dan vazgeçemiyor bile bile kendisine acı çektiriyordu. Mine onu çok iyi anlıyordu çünkü onun da durumu Buğra'dan pek farklı değildi doğrusu. Karşılıksız aşkın ne demek olduğunu en az onun kadar iyi bilirdi yani. 

Mine canı sıkkın bir halde kremalarını doldurduğu tartları süslerken Ela da aklına gelen diğer konuklar sebebiyle bir hayli heyecanlanıp Yelda'ya "Bu arada Elçin ile Tolga Bey de bu akşam bize katılacak. Gelirken sizin düğün fotoğraflarınızı da getirecekler" dedi. İşte bu harika bir haberdi!

 Yelda kendine doğru çektiği sandalyeye oturup kollarını masanın üzerinde kavuşturdu. "En sevdiğim fotoğrafçım! İyi yapmışsınız aferin" derken gözlerinde yaramaz bir parıltı vardı. Ardından sanki ciddi bir strateji toplantısındalarmış gibi gözlerini kısıp sözlerine devam etti. "Demek takımın beyni uzaklarda olsa bile hâlâ onun aurası altındasınız... Takdir ettim" dediğinde bir an aklına düşen isim kafasını bulandırdı çünkü Elçin diye birini tanımıyordu. 

Kızlara doğru tuhaf tuhaf bakıp içinden "Fotoğrafçım ve Elçin adlı bir kadın... Tehlike çanlarının sesini bir tek ben mi duyuyorum?" der demez dile gelip "Bu arada Elçin kim? Fotoğrafçımın kız arkadaşı falan mı Allah korusun!" dedi Ela'nın ya da Mine'nin "Hayır!" demesini umarak. Başından beri Tolga ile Ela'yı çok yakıştırıyordu da ondandı bu telaş. Göz göre göre favori çift adayının harcanmasını istemezdi doğrusu.  

"Hayır değil"

"Allah'ıma şükürler olsun! Kim peki?"

"Tolga Bey'in en yakın arkadaşının nişanlısı. Aynı zamanda da çekimlerinde yer alan modellerden biri"

"Ne tuhaf... Kıza bilenecekken bir anda bağrıma basasım geldi"

"Niye?"

"Tehlike arz etmiyor çünkü"

Ela ne demek istediğini anlayamamıştı. Niye tehlikeli olsun ki? Bu Yelda da bir hoştu. Ela tam tebessüm edecekken vereceği bir diğer bilgi sebebiyle keyifsizleşti ve "Ama Buğra onlardan... Daha doğrusu Tolga Bey'den pek hoşlanmıyor. Hatta hiç hoşlanmıyor bu yüzden ona geleceğini bile söyleyemedim" dedi. Söylemiş olsa Buğra kesin o adam oradayken kendisinin o eve ayak basmayacağını söyler sonra da Ela ile Tolga'yı aynı çatı altında düşünüp düşünüp evde saçını başını yolardı.

Yelda bu duyduğuyla tek kaşını kaldırıp "Düğünümde yaptığı münasebetsizlik sebebiyle ben de Buğra'dan hoşlanmıyorum ne var bunda? Ayrıca gün intikam günüdür! Madem bizim düğün sabotajcısı ondan hoşlanmıyor o zaman fotoğrafçımın direkt Buğra'nın karşısına oturmasını sağlıyoruz. Planı bozanı yakarım!" dedi. Buğra'yı yemek boyunca diken üstünde oturtmaya kararlıydı yani.

Ela düşünceli bir halde çilekleri doğrarken Mine de sessizlik yüzünden ona Yelda gelmeden önce rüyasını anlatacağını ama unuttuklarını hatırlattı. Ela bu duyduğuyla çilek doğramayı bırakıp hemen kızlara dönmüştü. Mine ve Yelda anlatması için sessiz kaldığında Ela bir an rüyasını düşünüp "Önce rengârenk bir lunapark gördüm. Ardından bilmediğim bir evde eski bir piyanonun tuşlarına basıyordum. Sonra da..." dedikten sonra hafif heyecanlı bir edayla derin bir nefes alarak durdu. Bunu fark eden Yelda önce Mine'ye sonra da Ela'ya bakarak "Ve ne?" dedi. Ezelden beri lafı merak ettirecek şekilde kesmelerine sinir oluyordu zaten.

Ela arkadaşına bakıp rüyasında gördüğü kişiyi daha doğrusu Tolga'yı düşündü ve kızlara kim olduğunu söylemeden "Bisikletimin yanında biri vardı ama yüzünü seçemediğim için kim olduğunu anlayamadım. Hatta onunla aynı şemsiyenin altında oldukça... Yakın duruyorduk. Çok garipti. Yağmur yağıyordu ama biz bunu umursamıyor gibiydik. Üzerimdeki askılı kıyafete rağmen merdivenli bir kapı önünde onunla dans etmeye başladım. Saçlarım aynı eski nostaljik filmlerdeki aktrisler gibiydi. O da çok şıktı" dedi. Rüyaya bak sen!

Mine ile Yelda göz göze gelip birbirlerine imalı bir şekilde sırıtınca Ela da utanıp hemen lafını toparlayarak yüzünü düşürdü ve "Sonrası kötüydü. Karanlık bir koridorda koşarak birinden kaçıyordum. Tam sona gelmiştim ki birinin arkamdan ateş ettiğini gördüm. İçimde büyük bir korku hissederek uyandım" dedi. Hoppala! Rüya niye böyle sevimsizce bitiyordu ki?

Sessizlik olmuştu ama sonra Mine gayet sakin bir tavırla "Elacığım sanırım üstün açık kalmış" diyerek Ela'nın yaptığı pürenin tabakta kalan kısmını sıyırmaya başladı. Tam da Ela'nın tahmin ettiği tepkiyi vermişti. Ela düşünceli bir şekilde işine devam ederken Yelda da telefonuyla rüyasının anlamlarına bakıp kızlara da tek tek ne bulduysa söylemeye başladı.

"Eliniz işinizde kulağınız da bende olsun. Rüyasında lunaparka gittiğini gören kişi kendisi için zor da olsa bazı kimseler ile yol ayırımına girerek vedalaşmak zorunda kalacak. Fakat ne kadar isabetli bir karar aldığını ancak sonradan fark edecektir diyor"

"Ne demek bu şimdi?"

"Nereden bileyim Ela? Umarım o kişiler biz değilizdir. Gerisi teferruat zaten"

"Ee! Başka ne buldun?"

"Rüyada yağmur yağarken elinde şemsiye görmek rüyayı gören kişinin çok zor bir duruma düşmesiyle ona büyük destek sağlayacak iyi bir arkadaşı olduğuna yorumlanır. Hoop! Bu arkadaş ya ben ya da Mine... Ne oluyor ya?"

"Dans etmek ne peki? Hoş bir şey olsa gerek"

"Rüyada yapılan dans musibettir"

"Musibet mi?"

"Rüya sahibi kiminle dans ederse o kimse ile musibetleri ortak olur. Dans hatalı düşünceler duygular yüzünden gelecek sıkıntı olarak yorumlanır. Rüyasında dans ettiğini gören kimse güç durumda kalır"

"Yelda tamam istemiyorum bütün enerjimi yok ettin. Lütfen artık devam etme"

"Dur ya şunları da söyleyeyim. Rüyada koşarak kaçtığını görmek aklını kullanarak bütün sorunların üstesinden gelmek ve hepsine çözüm bulmak olarak yorumlanır"

"Neyse en azından iyi bir şey söyledin"

"Piyano görmek de yakında güzel bir olay gerçekleşecek ve beğendiğiniz kişinin kalbini kazanacaksınız demekmiş. Vay! Kimmiş o beğendiğin kişi Ela? Valla öğrenmeden bırakmam. Ben burada yokken bir şeyler mi kaçırdım yoksa?"

"Kimse değil uğraşma benimle! Sen devam et rüya güzelleşmeye başladı"

"Son olarak rüyada görülen silah düşmana galip gelip zafer kazanmaya kuvvete ve kötüyü def etmeye işarettir. Kurşun görmek ise iş yaşamında bazı başarısızlıklara ve mağlubiyetlere uğrayacağınızın çevrenizde bulunan insanlara dikkat etmezseniz de ihanete uğrayacağınızın belirtisidir diyor bu şom ağızlı yorumcu!"

Ela bu yorumlar sebebiyle morali bozulmuş halde bulaşık makinesini doldururken istemsizce kaşlarını çatmıştı. Yanına yaklaşan Mine ise arkadaşının üzüldüğünü anlayıp elini onun omzuna atarak "Hâlâ üstünün açık kalmış olabileceği konusunda ısrarcıyım. Bence kafana takacağın şeyler değil Ela... Rüya sonuçta" dedi. Mine böyle diyordu ama gerçekleşme ihtimali de yüksek olan bir rüyaydı bu. Ela zoraki bir gülümseme ile Mine'ye bakıp haklı olabileceğini söyledikten sonra ortalığı toparlamaya devam etti. Biraz kafasını dağıtsa iyi olacaktı.

........::::::::____::::::::........

Tüm hazırlıklar bittikten sonra üstlerini değiştirip aşağıya inen kızlar Ferda Hanım ile Buğra'yı salonda görünce selam vererek hemen yanlarına gittiler. Ela önce "Yine çok şıksın Ferda teyzem inci kolyene bayıldım. Sana da çok yakışmış" dediği Ferda Hanım'ın elini öpüp sarılmış sonra da sırasını Mine'ye devrederek Buğra'nın yanına geçip "Hoş geldin" diyerek yanağına kısa bir öpücük kondurmuştu. O anlarda Mine de aralarındaki sorun belli olmasın diye Buğra'ya usulen selam verip koltuklardan birine geçti.

İki yakın arkadaşın arasındaki soruna rağmen hoş bir sohbet başlamıştı. Tabii o sırada Buğra uğraşmadan duramadığı Yelda'nın kendisine karşı olan ters bakışlarına gayet laubali bir şekilde karşılık verip onu daha da kızdırmaya çalışıyor ve bundan da büyük bir keyif alıyordu. Bir gün Yelda'nın elinde kalacaktı ya bakalım o gün hangi gün olacaktı.

Buğra su almak için mutfağa giderken çalan kapı zilini duyunca yön değiştirmiş ve içeriye doğru bakıp "Ben açarım!" diye seslenmişti. Oops! Birazdan kendisini kötü bir sürpriz bekliyordu. Kapıya yaklaşıp açtığında önce Hulki Bey ile Nezaket Hanım'ı görüp neşelense de hemen arkalarında duran Elçin ve Tolga yüzünü asmasına neden olmuştu. Onlar da gelirken yolda Hulki Beylere rastlamış birlikte sohbet ede ede gelmişlerdi. Buğra içinden "Nereden çıktı bunlar!" diye geçirirken bir şey demesine fırsat kalmadan yanlarına gelen Nevin Hanım ile Ela misafirlerini gayet hoş bir şekilde karşılayıp içeriye davet ettiler.

Henüz kapı kapanmamıştı ki Yelda'nın eşi Emre de geciktiği için özür dileyerek hemen arkalarından yetişti. Hoş geldiniz beş gittiniz durumları vuku bulurken Buğra da köpürmüş bir halde suyunu almaya gidiyordu. Gerçekten fıttıracaktı! Bu adam neden sürekli Ela'nın etrafında dolanıyordu anlamıyordu ama artık bu durumdan ciddi ciddi rahatsız olmaya başlamıştı. Daha dün bir bugün iki... Evlerine gelmek de ne demekti canım! 

O anlarda Nevin Hanım da kendisine elindeki zarif çiçeği uzatan Tolga'ya dikkatle bakıp simasının neden kendisine tanıdık geldiğini düşünüyordu. Bu genç adamın küçüklüğünü bildiği içindi belki de. Aslında şu an onu tanımaması davetin selameti açısından iyi olmuştu. Çiçeği eline alıp son derece güler bir yüzle "Teşekkür ederim ne kadar incesiniz. İçeriye buyurun lütfen" dediğinde hep birlikte salona geçtiler.

Ela ile Mine geri de kalmış biri çiçekleri vazoya koyarken diğeri de misafirlerin getirdiği şık paketleri mutfağa götürmüştü. Geri döndüklerinde ise boş buldukları yerlere geçip oturdular. Nevin Hanım'ın önderliğinde hoş bir sohbet ortamı oluşurken Ela'nın bakışları da ister istemez Tolga ile çakışıyor ve bu olur olmaz da rüyasını hatırlayıp hemen gözlerini üzerinden çekiyordu. Onların bu hali Yelda'nın gözünden kaçmamıştı. Aralarında bir şey olduğunu düşündüğü için ikisini kuşkuyla süzerken de bu mini dedektifçilik Tolga'nın yanında getirdiği düğün fotoğraflarını Yelda'ya uzatmasıyla aniden son bulmuştu.

"Umarım arzu ettiğiniz gibi olmuştur"

"Olmuştur tabii. Senin elinden kötü fotoğraflar çıkması mümkün mü hiç?"

Yelda sözünü Buğra'ya kinayeli bir şekilde bakıp "Vizyonun var bir kere!" diyerek sonlandırınca ses tonundan ve mimiklerinden ötürü Mine sırıtmış Ela arkadaşına gülmesin diye dirsek atmış Buğra ise kendisine çarpılan lafla sinir olmuştu. Yelda'yı tanıyan herkes bilirdi ki orada resmen Buğra'ya "O vizyonlu sen de vizyonsuzsun!" demek istemişti. Allah Buğra'ya bu gece sabır versin kim bilir daha ne sözler işitecekti Yelda'dan.

Yelda paketi heyecanla açıp düğün fotoğraflarına tek tek bakıyor resimlere hayran kaldığı da gözlerinden alenen okunuyordu. Ne yalan söylesin beğeneceğini biliyordu ama bu kadar da iyi olacaklarını tahmin etmemişti. Adam resmen beynini okumuşçasına istediği her detayı kare kare fotoğraflamıştı. Bu beğenisini de Tolga'ya minnettar bir şekilde bakıp "Sadece bizi değil gördüğün her ince ayrıntıyı da çekmişsin. Bunlar gerçekten mükemmel! Sana ne kadar teşekkür etsem az" diyerek belli edince Tolga da eğer memnun edebildiyse çok mutlu olacağını söyledi. Memnun etmez mi hiç? Yelda gibi kusursuzluk arayan biri için Tolga'dan iyisi bulunamazdı herhalde.

Resimler elden ele gezinirken fotoğraflarda bir tuhaflık fark eden Yelda yanında oturan Mine'ye eğilerek sessizce "Resimlerdeki ince detayı sen de fark ettin mi?" diye sordu. Mine fark etmemiş gibi dikkatli bir şekilde bakarken daha fazla dayanamayan Yelda da heyecanla "Hepsinin bir köşesinde Ela var. Bundan bir anlam çıkarmalı mıyız? Ay! Bence çıkarmalıyız" dedi. Öyleydi gerçekten. Ela resimlerin bir çoğunda illaki kıyısından köşesinden gözüküyordu. Hem de öyle denk gelme gibi de değil. Resmen gülüşünün ya da bakışının güzelliği ölümsüzleştirilmek istenmiş gibiydi.

Bu sırada Nevin Hanım herkesi sohbetlerine sofrada devam etmek için bahçeye davet etmişti. Ayaklanan Yelda gitmeden önce muzurluk edip Ela'ya imalı bir gülümseme göndermiş ve Emre'nin koluna girerek öyle çıkmıştı dışarıya. Sadece o olsa yine iyiydi çünkü aynı imalı gülüş Mine'den de gelmişti. Neden böyle yaptıkları Ela tarafından anlaşılamamıştı ama görünen o ki Tolga'nın çektiği fotoğraflardaki Ela detayı kızların radarına fena halde yakalanmıştı. Hâl böyleyken de Ela ile uğraşmadan duramazlardı elbet.

Herkes masadaki yerlerini alırken tam da Yelda'nın istediği gibi Buğra mecburen Tolga'nın tam karşısındaki sandalyeye denk gelmişti. Durumun memnuniyetsizliği yüzüne vurmuşçasına bir ifade takınarak peçetesini açıp kucağına koyarken Yelda da ona doğru sinsi sinsi gülüyordu. Oh olsun o uyuza!

Düğün muhabbetleri sürüp yemeklerin güzelliği için ev sahiplerine iltifatlarda bulunulurken Buğra'nın gözü Ela'nın yaptığı patatesi tadan Tolga'ya takılmıştı. Onun lokmasını bir süre ağzında gevelediğini ve yuttuktan sonra da su içtiğini görünce biraz da Tolga'yı bozmak için "Yemekler gerçekten harika olmuş ama..." dedikten sonra Ela'ya göz kırpıp "Sanırım Ela'nın patates püresinde bir sıkıntı var çünkü Tolga Bey yutmakta oldukça zorlandı. Halbuki her zaman tam kıvamında yapar. Damaklar arası lezzet uyuşmazlığı herhalde" dedi. Buğra'nın bu yersiz sözlerinden sonra Ela ne yapacağını şaşırmış oldukça da utanmıştı. Neden böyle saçma sapan bir şey söylemişti ki sanki?

Tolga da ne Buğra'dan ne de bir başkasından bu tarz bir şey duymayı beklemiyordu ama kendisinden çok Ela'nın zor durumda kaldığını hissedince hemen toparlanıp çatalını tabağının yanına bıraktı. Bir şeyler söylemeli ve az önceki halinin açıklamasını yapmalıydı. Bu yüzden de Buğra'ya "Aksine... Bence patates püresi kusursuz olmuş" dedikten sonra bakışlarını Ela'ya çevirerek "Sanırım içinde bir miktar da zencefil var" dedi. Ela tahmininin doğruluğuna şaşırmıştı ve bunu da hemen belli ederek tatlı bir tebessümle "Bunu bize kursta öğretmişlerdi. Çoğu kişi bunu pek bilmez. Beni yine şaşırttınız" demişti. Bu "Yine şaşırttınız" kısmı Buğra'nın hoşuna gitmemişti. Başka ne zaman şaşırtmıştı ki?

Buğra'nın buram buram kıskançlık kokan bakışları ikisinin arasında gidip geliyordu. Tolga da bu bakışları fark ediyordu ve ne yalan söylesin Buğra'nın bu tavırları canını sıkmaya başlamıştı. Yine de nezaketen açıklamasına devam edip "Bu tadı oldukça iyi biliyorum. Eşim..." dedi ancak kendisinin de beklemediği bir şekilde duraksama yaşadı. "Eşim" kelimesi bir yumru gibi oturmuştu boğazına. 

Ela tüm dikkatini Tolga'ya vermişti ve bu anlarda onun gözlerinin anlık bir şekilde daldığını fark etti. Sanki şu an bu masada değil de bambaşka bir zaman dilimine geçiş yapmış gibiydi. Masadakiler bu geçişi saniyelik bir şey olduğu için fark edemese de Tolga Ela'nın onda hissettiği şeyi birebir yaşamıştı. Neyse ki çok hızlı bir şekilde toparlanıp sözüne devam ederek "Eşim bana üst sınıf bir patates püresi yemek istiyorsan içine biraz da zencefil rendelemelisin derdi. Damağımda yer etmiş bir lezzettir bu" dedi. Dedi demesine de istemeden de olsa masada küçük çaplı bir şok etkisi yaratmıştı. Buğra bu duyduğunu anlamlandırmaya çalışmış Yelda ise gözlerini kocaman açarak Mine'ye kısık bir ses tonuyla "Eşim mi dedi o? Allah kahretmesin! Fotoğrafçım evli miymiş? Ben onu Ela'ya düşünüyordum ya!" deyip hayal kırıklığıyla yeniden önüne dönmüştü. Eşim demişti ya!

Ela da onlardan çok farklı değildi. Sadece tek fark eş detayından ziyade Tolga'nın bunu tonlarken ki hâl ve tavrıydı. Söyledikleri olumsuz şeyler olmasa da Ela'nın içini hüzün kaplamıştı. Hatta hüzün de değildi bu. Acıydı. Sanki Tolga'nın kalbine yerleşmiş olan o tarifi imkansız acıyı derinlerde hissetmişti. Neden böyle olmuştu acaba? 

Meraklı yanı yükselmeye başlasa da Tolga'ya asla bu konuda bir şey soramayacağını da biliyordu. Samimiyet dereceleri bu denli özel sorular sormak için uygun değildi çünkü. Tam bu sırada Ferda Hanım da imdada yetişmiş gibi "Eşiniz hanımefendi burada değil sanırım. İzmir'e iş için mi geldiniz?" diye sordu. Ha yaşa be Ferda Hanım! Sen de olmasan kızlar resmen soramadıkları şeyler sebebiyle oturdukları yerde çat diye çatlayacaktı. 

Ela bu soru sonrası dikkat çekmemek için suyunu içerken Elçin'in yavaşça Tolga'nın kolunu tuttuğunu fark etmişti. Sanki destek olma amacıyla yapmış gibiydi bunu. Tabii Ela Tolga'nın yaşadığı kaybı bilmediği için Elçin'in neden böyle bir şey yaptığına da bir anlam verememişti.

Ferda Hanım'ın sorusunun ardından Tolga durgun gözlerle bakarken hızlıca toparlanıp gayet normal bir şey söylermiş gibi de eşini birkaç yıl önce kaybettiğini söyledi. Masada sessizlik olmuştu. Tolga kendisine dönen bakışlara aldırmadan bir yudum su içip Elçin ile göz göze geldiğinde de bir sorun olmadığını belli etmek için ona zoraki bir şekilde tebessüm etti. Hüznünü örtmeye çalışan acı bir tebessümdü bu...

Buğra duydukları ile birlikte Ela'nın Tolga'ya karşı olan derin bakışlarını görünce rahatsız olmuş ve ayağa kalkarak "Ben biraz buz getireyim" dedikten sonra da içeri gitmişti. Halbuki Tolga'nın evli olduğunu sandığı anlarda ne kadar da rahatlamıştı.

Tolga herkesin sessizliği karşısında suskunluğu bozup "Kusura bakmayın bu güzel ortamı bu şekilde bozmak istemezdim. Devam edelim lütfen... Nerede kalmıştık? Bu arada zeytinyağlılar da harika olmuş ellerinize sağlık" dedikten sonra Buğra'nın birinin telefonunun çaldığını söylemesi ile de ailesinden bir arama beklediğini söyleyerek izin isteyip içeriye gitti. Ela duydukları gördükleri ve hissettikleri yüzünden üzülmüştü. Buruk bir bakış eşliğinde Mine ile göz göze gelirken Nevin Hanım da Ela'dan ekmekleri tazelemesini ve makarna hazırsa onu da soslayıp yanında getirmesini istedi.

"Benim sevdiğim makarnadan da mı yaptın Nevin abla?" 

"Evet Emreciğim sen benim ev yapımı makarnamla domatesli fesleğenli sosumu pek bir sevmiştin diye hatırlıyorum"

"Sevmek ne kelime... Bayılmıştım!"

"Afiyet olsun o halde. Kızlarımla birlikte herkesin sevdiği yemeklerden birer tane yapmaya çalıştık"

Ela içeriye girerken buzları alan Buğra da dışarı çıkıyordu. Anlık bir duraksama yaşadığında Ela önünde adeta geçilmez bir duvar gibi durması sebebiyle "Müsaade etsen de bir geçsem arkadaşım" demek zorunda kaldı. Buğra'nın istemeden açmak zorunda kaldığı yoldan geçip içeriye giderken Buğra da bakışlarıyla Ela'yı takip ediyordu. Tolga da içeride olduğu için baş başa kalacaklar korkusu yaşadığı açıktı. Belki de gidip konuşmalarına engel olmalıydı. Ancak tam Ela'nın ardından gideceği sırada "Buzları getirdin mi Buğracığım?" diyen Nevin Hanım'ın sesi duyuldu. Elinde buzlar varken de "Hayır getirmedim" diyemiyordu ki. Buğra ne yazık ki Ela'nın ardından gitmek isterken masaya geri dönmek zorunda kalmıştı.

"Getirdim Nevin abla"

Ela mutfağa girip makarna sosunu ısınması için ocağa koyduktan sonra ekmek tahtasını ve bıçağı da alarak mutfaktaki ada ünitesinin bulunduğu tezgaha bıraktı. Sosun başına geçip karıştırırken bir yandan da Tolga'nın söylediği şeyleri düşünüyordu. Karısını kaybettiğini söylerken ki yüz ifadesi gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Sanki konuşurken bir yandan da o kaybetme anını gözlerinin önüne getiriyor gibiydi. Ela düğün bitiminde Tolga ile yaptıkları konuşmayı hatırlayınca dalıp gitmişti. Omuzlarındaki yükten kastı bu konuyla alakalı olabilir miydi diye düşünmeden edememişti. O da mı bir kaybın derin yükünü üzerinde taşıyordu yoksa?

Dalgın bir halde dururken bir an bu düşünceleri kovarcasına başını silkeleyip ocağın birini kapatarak haşlanan makarnayı ocaktan aldı. O sırada telefon görüşmesi biten Tolga da mutfağın önünden geçerken Ela'nın makarna ile cebelleştiğini fark edip kapının önünde durmuştu. Bir süre onu izleyip sonra da içeriye "Yardıma ihtiyacınız var mı?" diyerek girip aynı anda da Ela'nın karmaşık düşüncelerinden sıyrılmasına yardımcı olmuştu.

"Teşekkür ederim ama ben hallederim. Makarnayı soslayıp ekmeği doğrayacağım o kadar"

"O halde siz makarnayı halledin ben de ekmekleri keseyim. Böylece masaya daha çabuk döner kimseyi de bekletmeyiz"

"Emin misiniz?"

"Oradan bakınca ekmek doğramayı bilmeyen biri gibi mi görünüyorum?"

"Hayır tabii ki. Ben sadece zahmet olmasın diye düşündüm"

"Olmaz"

"Pekala"

Ela bir yandan sosu karıştırırken bir yandan da Tolga'nın ekmeği kesmeden önce ellerini yıkayıp havlu peçete ile kurulanmasını şaşkınlık dolu gözlerle izliyordu. Hareketlerini istemsizce incelerken içinden de onun ne kadar ince düşünceli biri olduğunu geçirmeden edememişti. Şimdi onun yerinde Buğra olsa kesin ekmeği kalın kalın birkaç parçaya böler paldır küldür de tabağa alarak içeriye götürürdü. Tabii bunu yaparken de çenesi durmaz neden evde o kadar kız varken bu işi kendisinin yaptığı konusunda söylenir dururdu. Kızların ona odun demesi boşuna değildi yani.

Tolga ekmekleri aynı kalınlıkta ve ince ince dilimlerken bir an tebessüm edip "Yanlış mı yapıyorum?" diye sordu. Ela çok utanmıştı çünkü belli ki Tolga kendisine baktığını anlamıştı. Çekingen bir tavırla "O yüzden bakmadım" dediğinde Tolga da bakışlarını ekmekten çekip ona yönlendirerek "Buna sevindim. Açıkçası geldiğimizden beri bakışlarınızı sürekli kaçırınca bana kızgın olduğunuzu düşünmeye başlamıştım" dedi. Kızgın mı? Ama neden kızgın olsun ki?

Tolga büyük ihtimalle Bora'nın yaptığı teklifin ve ısrarın mahcubiyetini hâlâ üzerinde taşıyordu. Bu yüzden de Ela'nın bu ısrarlardan hoşlanmayıp kendisine artık mesafeli davrandığını düşünmüştü. Buğra'nın konu üzerine yanına gelip göz dağı verişini de unutmamak lazımdı. Ela kendisine ve Buğra'ya karşı mesafeli durunca haliyle bu konuşmadan haberdar mı oldu endişesi yaratıyordu. 

Ela ne demek istediğini anlamadığı için kızgın olmasını gerektiren bir şey olmadığını söyleyerek sosun altını kapatıp malzemelerini ada ünitesine taşımıştı. Şimdi sos ve makarnanın buluşma vaktiydi. Ela sosu karıştırıp makarnaya bir kepçe döktükten sonra kaşığı kenara bıraktı. Sanki bir şeyler söylemek istiyor ve içsel olarak bunun hazırlığını yapıyor gibiydi.

Ela yanında duran ve kestiği ekmekleri muntazam bir şekilde sepete yerleştiren Tolga'ya baktı. Ellerinin hareketi sakindi ama içinde kopan fırtınayı gözlerinden okuyabiliyordu. Masadaki konuşmanın etkisinden o kadar çabuk çıkamayacağını tahmin etmek zor değildi. Cesaretini toplayabilmek adına derin bir nefes aldı. 

Kalbinin hızlı atışlarını bastırmaya çalışarak küçük bir adımla Tolga'ya yaklaştıktan sonra parmak uçlarını hafifçe onun koluna dokundurdu. "Eşiniz için üzgünüm" dediğinde sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı. İçinde hüzün taşıyan ama aynı zamanda sarıp sarmalayan bir tavrı vardı. Bu yüzden de karşısındakini inciten değil iyileştiren bir cümle olmuştu bu.

 Tolga işittiği sözle sarsılmış ve bunu belli etmemek için de büyük bir çaba sarf etmişti. Ama tuhaf olan şu ki Ela onun sessizliğinin bile ne anlama geldiğini çok doğru bir şekilde yorumlayabiliyordu. Onu anlayabildiği için de bir şey demeden önce Tolga'ya biraz vakit tanıdı. 

Tolga ise kısacık bir an hareketsiz kaldı. Kendisini toparladığında bakışlarını önce kolundaki ele çevirdi sonra da Ela'nın gözleriyle buluşturdu. Sanki o an her şey durdu. Gürültüler sustu saat durdu dışarıdan gelen konuşmalar kesildi... Şu an kadersel bir an yaşıyor gibilerdi. Belli ki bu konuşma bir gün olmalıydı ve bu da Tolga için en doğru olan kişiyle en doğru cümlelerin bir araya gelişiyle olmalıydı. 

Ela kalbindeki düzensiz atış sebebiyle derin bir nefes alıp gözlerini Tolga'nın gözlerinden çekmeden "Sevdiğiniz birini kaybetmenin ne demek olduğunu bilirim. İnsanlara olanları unutmuş gibi yapıp iyi ve güçlü olduğunuzu göstermeye çalışmanın ne kadar yorucu bir şey olduğu da bilirim. Masada herkes bu konu hakkında bir şeyler söylemenizi beklerken soğukkanlılıkla eşinizi kaybettiğinizi söyleyip ardından da "Geçti gitti. Şimdi iyiyim. Her şey yolunda" tebessümünüzü neden attığınızı da bilirim. Hatta kimseye ihtiyaç duymadığınızı söylerken aslında ne kadar yapayalnız hissettiğinizi... Bazen sırf bu yüzden onun yanına gitme arzusu duyduğunuzu da bildiğimi söylememe gerek yok sanırım" demişti.

Ela'nın sözlerinden sonra sessizlik olmuş ve bu süre içinde gözleri hiç ayrılmadan birbirine kenetlenmişti. Bu rahatsız edici bir sessizlik de değildi. Aksine iyileştirici etkisi bulunan bir duraksamaydı. Tolga gerçekten çok etkilenmişti ve söyleyecek bir söz de bulamıyordu. Bir anda Ela'ya karşı olan bakışı bambaşka bir hâl almıştı. Nasıl olur da yeni tanıdığı biri hislerine bu kadar iyi tercüman olabilirdi anlayamıyordu. Ela resmen içini okuyor gibiydi.

 Tolga'nın suskunluğu devam ederken Ela kendi acısını hatırladı. Kaybını eksilişini içinde taşıdığı ve kimselere göstermediği o karanlık parçayı. Gözleri nemlenmeye meyil ederken ailesinin kaybını düşünüp aynı tebessümü sık sık kendisinin de attığını söyledi ve hemen ardından da biz sizinle aynıyız dercesine "Görünen o ki omuzlarımızdaki yüklerin birbirinden pek de bir farkı yok gibi" dedi. Sarf ettiği sözler ve acıyla yoğrulmuş ama hislerini perdelemeyi öğrenmiş bu güçlü bakışlar Tolga'nın içine nakış gibi işlemişti sanki. 

Ela'nın tüm içtenliğiyle söylediği bu sözlerden sonra aralarında görünmeyen ama sarsılmaz bir bağ oluştu. Kimsenin koparmaya gücünün yetmeyeceği derin bir bağ... O an Ela da seçtiği kelimelerin Tolga'nın sadece kulağına değil ruhuna da dokunduğunu fark etti. Ve belki de ilk kez kendisinin de hâlâ kırık olduğunu böylesine açık bir şekilde hissetmişti. Yine de güçlü duruşunun ardındaki o kırılganlıktan utanmadı ya da saklama gereği duymadı. 

Belki de bu yüzden Tolga ona o da Tolga'ya kendine bakar gibi bakıyordu şimdi. Çünkü bazen acıyı en iyi aynı yerden yaralananlar anlıyordu.

"Belli mi olur belki biz de bir gün konuşmaktan imtina ettiğimiz şeyleri rahatlıkla paylaşabileceğimiz birini bulup omuzlarımızdaki ağırlığı birlikte hafifletebiliriz. Ne yazık ki o zamana kadar dile getiremediğimiz şeyler içimizde yumru halinde durmaya devam edecek"

Tolga'nın düğün gününde Ela'ya söylediği bu sözler şimdi tam da yerini bulmuştu. Belli ki onlar adına artık dile getirilemeyen her duygu içlerinde yumru olmaktan çıkmıştı. Çünkü o an açıkça konuşmadan da olsa omuzlarındaki ağırlığı paylaşabildiklerini hissettiler. Tolga bir zamanlar sadece umutla söylediği o cümlenin yavaş yavaş gerçeğe dönüştüğünü fark etti. Anlamlıydı bu... Çok anlamlı.


7.Bölümün Sonu 

Yorum yazma kısmına bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazarsanız beni çok memnun edersiniz ;)

Son Mektup / 19.Bölüm (Yazan :NK )

 "Sonsuza dek yaşamanın yolu birini sevmekten geçer. 

Böylece ardınızda gerçek bir armağan bırakmış olursunuz"

19.Bölüm : Koşulsuz Aşk Taşı 

"O mektupları yazan sen ol istedim"

Ona nasıl mektupları yazan kişinin ben olduğumu söyleyebilirim ki? Orada bir sırrım olduğundan sevdiklerimden bu yüzden uzak durduğumdan ve daha bir sürü dikkat çekecek ayrıntıdan bahsetmiştim. Yani ona "Evet mektupları ve size gelen notu yazan bendim" demek şu zamana kadar yaptığım en aptalca şey olurdu.

Bu sözlerin üzerine o mektuplarda yazdığım şeyleri düşünürken bana haddinden fazla yaklaştığını ve müdahale etmezsem birkaç saniye içinde de her şeyi berbat edeceğimi fark ettim. Berbat edeceğim diyorum çünkü beni öptüğü takdirde onu karşılama şeklim hislerimi alenen belli edecek. Bunu yapamam. Şimdi olmaz. İstemeden de olsa "Selim Bey..." diye fısıldayıp bunu yapmasına engel oldum. Şu haldeyken bile ona hâlâ bey diye hitap ediyorum ya umarım bana kıs kıs gülmüyorsundur arkadaşım.

Bakışlarını bana doğru çevirmesiyle birlikte sesim titreyerek "Üzgünüm... Ben değilim" dedim. Bunu duyduktan sonra bana karşı olan bakışlarında biraz olsun değişim olması gerekmiyor muydu? Yani küçücük bir hayal kırıklığı mesela... Ama yok hâlâ aynı bakıyor. İnanmadı mı o mektupları yazanın benim olmadığıma? Başımı huzursuzca diğer tarafa çevirip ellerimi üzerinden çekerken bir anda o sessizliğin içinde "Baba!" diyen Kaan'ın sesi duyuldu. Kaan'ın yürüyemediğini düşünecek olursak eğer bu ses Selim Bey'in kemerindeki telsizden geliyor olmalıydı.

Bir adım geri çekilip durumun tuhaflığıyla birbirimize bakarken "Kaan çağırıyor ne olduğuna bakmayacak mısınız?" diye sordum. İki arada bir derede kalmış gibiydi. Giderdi ama gidemiyordu işte. Sanırım o yukarıya çıkar çıkmaz benim de evden çıkıp gideceğimi düşündü. Bunu da benim merakla bakan gözlerimin eşliğinde "Yine geçen gece olduğu gibi aniden gitmeye kalkmayacaksın değil mi?" diyerek belli etti. Bunu ciddi bir tonlamayla söyleyince ben de aynı ciddiyeti sürdürüp "Kaan'a hoşça kal demeden gitmezdim" dedim. Cevabım üzerine rahatlamış gibi derin bir nefes alırken telefonu çalmaya başladı.

Selim Bey açmaya gönülsüz bir halde telefonuna doğru bakarken "Siz rahat rahat konuşun ben Kaan ile ilgilenirim" dedikten sonra salondan çıkıp merdivenlere yöneldim. Bu sırada konuşmalarından dolayı arayanın da Derya Hanım olduğunu anladım. Kaan'a olanları duyduysa merak etmiş olmalı. Umarım ben buradayken geçmiş olsun ziyaretine gelmeye kalkmaz.

Yukarıya çıktıktan sonra Kaan'ın odasının önüne gelip girmeden önce kapısını tıklattım. İçeriye "Gelebilirsin baba" demesi eşliğinde girdiğimde beni görür görmez kocaman bir gülümsemeyle "Meral abla gitmemişsin" dedi. Vedalaşmadan gider miyim hiç? Ellerim arka cebimde omuzlarımda yukarıda olarak yüzümü buruşturup "Arabadayken uyudun ben de sana hoşça kal demeden gitmek istemedim" dediğimde gözleri ışıldayarak "Benim uyanmamı mı bekliyordun yani?" diye sordu. Bunda ne var diye düşünürken gülümseyerek öyle olduğunu belli ettim ve yanına geçip yatağına oturdum. Tabii aramızda da bu vesileyle kısa bir sohbet başladı.

"Babam nerede?"

"Salonda Derya Hanım ile konuşuyor"

"O burada mı?"

"Hayır burada değil telefonla konuşuyorlar. Neden öyle söyledin ki?"

"O burada mı?" diye sorarken yüzünü buruşturması gözümden kaçmadı da o yüzden merak ettim. Cevap vermesini beklerken bana doğru söylesem mi yoksa söylemesem mi der gibi bakıp sonra da garip bir tonlamayla "Derya Hanım biraz şey..." dedi. Tebessümüme engel olamayarak şaşkınca "Ne?" diye sordum. Düşünceli bir ifadeyle epeyce sessiz kaldı ve neden öyle durduğunu merak etmeyeyim diye de "Kabalık etmemek için doğru kelimeyi bulmaya çalışıyorum da" dedi. Hmm... Tamam bulsun bakalım.

Gülümsememi elimle örtmeye çalışarak "Sorun değil ben beklerim" dediğimde birkaç saniye daha durup "Buldum!" dedikten sonra yüzünü ekşiterek sanki çok kötü bir kelime söyleyecekmiş de utanıyormuş gibi ıkınıp sıkınıp sonunda da "Biraz... Gergin!" demeyi başardı. Sanırım kabalık etmemek için bulup bulabileceği en usturuplu kelimeyi seçmişti.

"Gergin mi?"

"Evet ama sen onun gibi değilsin Meral abla"

"Ben nasılım ki?"

"Sen... Bence sen çocukları çok seviyorsun"

"Evet çok seviyorum"

"Bu belli oluyor"

"Gerçekten mi?"

"Evet belli oluyor. Mesela bana bakarken gözlerinin içi gülüyor. Bundan beni gerçekten sevdiğini anlayabiliyorum. Hem bir çocukla nasıl konuşacağını da biliyorsun"

Ah! Çocuklarla nasıl konuşacağımı biliyor muyum? Bunu bana söylüyor inanabiliyor musun? Bu resmen benim için bir milat sayılır. Aslında belki de haklıdır. Evet evet haklı! Benim ayarlarımı Elif ve o cimcime kızın şaşırtıcı soruları bozuyor. Kaan ile konuşurken saçmalamıyorum ya da öyle olduğunu sanıyorum. Bilmiyorum. En azından Kaan'ın yanında daha telaşsızım.

Bunları düşünürken Kaan yanındaki yastığı alıp bana doğru uzattı ve onu verme amacını da "Meral abla rahat otur lütfen sırtın ağrıyacak" diyerek belli etti. Kibarlıkta son nokta! Teşekkür edip yastığı sırtıma koyduktan sonra geriye yaslandım ve üzerine konuşmak isteyeceğini düşünerek "Yeni doğan tayı görebildin mi?" diye sordum. İşte en sevdiğim konu dercesine gülümsedi ve hemen heyecanlı bir şekilde çiftliklerindeki atlarla alakalı bana bilgiler vermeye başladı.

O tay aslında Selim Bey'in atının yavrusuymuş. Anladığım kadarıyla Haluk Bey de bu yüzden tayı Kaan'a vermiş. Kaan bana bunu anlatırken bir an durup "Biliyor musun daha önce babam da benim gibi attan düşmüş hatta kaburgası kırılmış" dedi. Bunu duyar duymaz diken gibi olduğumu gizleyemem. Canı çok yanmış olmalı. Kaburga kırığının iyileşme aşamasının normal kırıklar gibi olmadığını duymuştum.

Yüzüm düşünce Kaan sözüne devam etmeden elimi tutup "Merak etme babam çok güçlü ve acıya dayanıklı biridir. Ben de aynı onun gibi olacağım. Hatta şu an ayağım çok ağrıyor ama dayanmaya çalışıyorum. Babam dayanabildiyse ben de onun oğlu olarak dayanabilirim öyle değil mi?" dedi. Kaan'ın o ışıl ışıl bakan gözlerine bakarken gülümsemeden edemedim. Ne kadar empatik bir çocuk. Karşısındakinin hislerini anladığı yetmiyormuş gibi hiç vakit kaybetmeden çok ustaca bir şekilde yüreğine de su serpebiliyor.

"Tabii ki dayanırsın. Biz hepimiz senin çok güçlü olduğunu biliyoruz"

"Sahi mi?"

"Sahi tabii. Peki tayına bir isim koydun mu?"

"Aslında çok düşünmüştüm ama bulamamıştım"

"Şimdi buldun mu yani?"

"Evet buldum. Hem de çok güzel bir isim buldum"

"Hmm... Beni meraklandırdın. Adını ne koymayı düşünüyorsun?"

"Adını Rüya koyacağım. Düşündüm de anlamı çok hoşuma gitti"

Kaan'ın bu ismi seçtiğini duyduğumda içime sıcacık bir his yayıldı. Rüya... Hastanede tanıştığımız o minicik güzeller güzeli bebeğin ismiydi Rüya. Kaan'ın bu ismi bu kadar içtenlikle söylemesi sanırım beni etkiledi. Ona "Peki bu ismin senin için özel bir anlamı mı var?" diye sorduğumda gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekti. Sessizliğe gömülse de gözlerinde bana içindekileri anlatmak için çok hevesli bir parıltı vardı.

"Bazen gerçek annemle babamı görüyorum"

"Nasıl?"

Yalan söyleyemem bunu söylemesi beni biraz endişelendirdi çünkü Selim Bey'den Kaan'ın öz anne ve babasının birlikte geçirdikleri kazada vefat ettiğini duymuştum. Yavaşça başını kaldırıp bana baktığında o küçük yüzündeki ifade içindeki derin duyguları yansıtan bir aynaya dönüşüverdi.  

 "Onları görmemi rüyalarım sağlıyor" dediğinde sanki geçmişin acılarını yeniden hatırlıyordu. O kadar da derin bir anlam yüklemişti ki o cümleye etkilenmemek mümkün değildi. Rüyalar onun için bir tür kaçış değil tam aksine bir bağdı hatta kaybettiklerini bulma yolu olmuştu. Ama rüyalarına dair konuşurken bir yerden sonra gözleri hafifçe karardı. Sanki rüya dünyasında sadece sevdiklerini görmekle kalmıyor onları kaybetmenin acısıyla da yüzleşiyordu.

Kısa bir an sustu ve o sırada gözlerini boşluğa dikip başını da hafifçe eğdi. Küçük elleri de birbirine kenetlenmişti ama birkaç saniye sonra gözlerini yeniden bana doğru çevirdi. Sözlerine devam ettiğinde ise küçük yüzündeki burukluk kayboldu. "Orada da mutluyuz. Annem ve babam var. Selim babam dedem babaannem büyük dedem Behiye babaannem ve amcam var" dedi. Bu sözleriyle saniyeler içinde karanlıktan aydınlığa geçiş yapmışım gibi oldu desem bana inanır mısın? Sanki bu kelimeler bir masalın en güzel anını anlatıyormuş gibi yavaşça ve umutla döküldü dudaklarından.

Bu halleri tam gözlerim nemlenecekken yüzümde tebessüme neden oldu. Heyecanını yansıttığı anlar o kadar tatlıydı ki. O da bana gülümserken hiç beklemediğim bir şekilde sözlerine devam etti ve gözlerinin içi parıl parıl parlayarak "Artık sen de varsın" dedi. Bir an bu sözlerin ne kadar derin ve anlamlı olduğunu hissettim. O masal dünyasına beni de alması ailesiyle eşdeğer tutması en önemlisi de benimle alakalı o küçücük kalbinde sevgi barındırması o kadar kıymetliydi ki. Boğazıma bir yumru oturdu ama bir yandan da Kaan'ın saf sevgisiyle kalbim ısındı. O an sadece Kaan'ın dünyasındaki yerimi değil benim dünyamdaki Kaan'ın yerini de derinden hissettim.

Kaan'ın söyledikleri kalbime dokununca yorum yapmaktan kaçınıp nemlenmeye yer arayan buruk bakışlı gözlerimle saçlarını okşamaya başladım. Kaan da birkaç saniye durup sonra da "Yani rüyalarımda bütün sevdiklerim bir aradalar. Bu yüzden bu isim bana onları gördüğümde hissettiğim mutluluğu hatırlatıyor" dedi. Demek onun için "Rüya" demek "Mutluluk" demekmiş. Bu ismi seçmesini o kadar güzel anlattı ki inan bana çok duygulandım. Ne kadar hassas ve ince fikirli bir çocuk... Umarım hayat onu bu yönü yüzünden fazla yormaz.

"Seni üzdüm mü Meral abla?"

"Hayır üzülmedim. Sadece söylediklerin çok güzeldi ve bu da beni olumlu anlamda biraz etkiledi sanırım"

O esnada kapının önüne gelen Selim Bey'in "Neler konuşuyorsunuz bakalım?" diyen sesi duyuldu. İkimiz de ona doğru bakarken Kaan söze girip "Meral ablaya tayımın ismini Rüya koyduğumdan bahsediyordum" dedi. Selim Bey birkaç saniye oğluna bakıp "Çok beğendim. Harika bir isim bulmuşsun" dedikten sonra benim ağlasam mı ağlamasam mı yoksa gülümsesem mi gülümsemesem mi der gibi olan tuhaf halime de bakıp sözüne devam edemedi. Ne olduğunu anlayamadı tabii. 

Muhtemelen bu isimle alakalı duygusal bir mevzu olduğunu düşündü çünkü Kaan'a neden bu ismi seçtiğini sormak isterken soramamış gibi bir hali vardı. Hâl böyle olunca da hemen konuyu değiştirip ellerini birbirine çarptı ve "Size şöyle leziz bir sandviç ve meyve suyu getirmeme ne dersiniz?" diye sordu. Tepkisini "Harika olur!" diyerek belli eden Kaan bu işten pek bir memnun kalmışa benziyordu.

Çekinerek Selim Bey'e yardım isteyip istemediğini sordum ama oğluyla benim halime bakıp "Ben hallederim zaten hazır gibiler. Sen Kaan'ın yanında kalırsan sevinirim" dedi. Yalnız kaldığımız takdirde aramızda nasıl bir konuşma geçebileceğini tahmin ettiğim için üstelemedim tabii.

Selim Bey aşağıya indikten sonra Kaan babasını kastederek "İlk defa Derya Hanım ile konuştuktan sonra yüzü güldü" dedi ve hemen ardından da bana doğru tatlı tatlı bakıp sözünü de "Belki de sen buradasın diyedir" diyerek tamamladı. Bunun üzerine ne diyeceğimi bilemediğim için sessiz kaldım ama Kaan bu sessizliğim yüzünden boş bulunmuş olacak ki hiç beklemediğim bir şekilde "Ahmet amcam ona nasıl aşık oldu anlayamıyorum. Hiç birbirlerine uymuyorlar" deyiverdi. Ne! Ben doğru mu duydum? Ahmet amcası ve Derya Hanım... Yok artık!

Ben şaşkınca "Efendim?" deyince Kaan da dediği şeyi düşünüp korkarak ağzını kapattıktan sonra "Hıh! Bu amcamla aramda kalması gereken bir sırdı yanlışlıkla ağzımdan kaçırdım" dedi. Nasıl yani? Flaş haber bu olsa gerek. Şimdi Ahmet Bey bizim şirketten bildiğimiz sert ve otoriter olan Derya Hanım'a mı aşıkmış? Oo! Çocuktan al haberi dedikleri şey bu oluyor herhalde. Yalnız Ahmet Bey gibi pozitif bir adamın Derya Hanım gibi negatif bir kadına aşık olması da kaderin bir cilvesi herhalde. Ama en nihayetinde aşk bu kalp dediğin şey de böyle durumlarda nereye konacağını ayarlayamıyor tabii.

Kaan korkuya kapılınca onu rahatlatmak için bu duyduğum şeyi unutabileceğimi ve kimseye de bahsetmeyeceğimi söyledim. Ancak bu onu rahatlatmaya yetmemiş olacak ki utanarak bana doğru baktıktan sonra "Sorun o değil ki! Bunu kimseye söylememem gerekiyordu. Amcam bana güvenmişti Meral abla" dedi. Vicdan yaptı kıyamam ona.

"Hmm... O zaman bu konuyu amcanla konuşmalısın"

"Neyi?"

"Benimle sohbet ederken yanlışlıkla sırrınızı ağzından kaçırdığını"

"Ya bana kızarsa? Ben olsam kızardım sonuçta bu özel bir şey öyle değil mi?"

"Ben amcanın sana kızacağını sanmıyorum"

"Belki de ona söylememeliyim"

Bunu söyledi ama içi çok huzursuz oldu. Düşünürken de bunu yapamayacağını anlayıp "Ama o zaman da hem sırrını saklayamamış hem de ona yalan söylemiş olacağım. Yüzüne nasıl bakarım artık bana hiç güvenmez" deyince bu sefer konuya ciddi bir katılım gösterip "Söylemezsen her geçen gün kendini kötü hisseder amcanı gördüğünde de bu yaptığın şey yüzünden kendini suçlu hissedersin. Bana sorarsan onu ilk gördüğünde bundan bahset ve özür dile. Eminim bu aranızda bir soruna yol açmayacaktır. Ayrıca şunu da bilmeni isterim ki sırrınız benimle güvende. Bunu Ahmet Bey benimle paylaşmadığı sürece ben asla onunla ya da bir başkasıyla konuşmayacağım" dedim.

Derin bir oh çektikten sonra teşekkür edip oturduğu yerden bana sıkı sıkı sarıldı. Konuyu tatlıya bağladığımız sırada da Selim Bey elinde büyük bir tepsi ile içeriye girdi. Tabii ikimizi bu halde görünce kısa bir an afallayıp sonra da "Ben yine mi bir şey kaçırdım?" diye sorarak yanımıza geldi. Kaan ile göz göze gelip aynı şirin ifadeyle "Hayır" dedikten sonra bir de üstüne şüpheli bir şekilde gülümseyince haliyle Selim Bey de halimizden kuşkulandı.

Bir bana bir de Kaan'a doğru bakıp "Sizin aranızda ne çok sır olmaya başladı öyle" derken ben de ayağa kalkıp elindeki tepsiyi koyabilmesi için kenarda duran küçük masayı yatağın kenarına getirdim. Tepsiyi teşekkür ederek masaya koydu ve hemen ardından Kaan'ın oturmasına yardım etmeye başladı. Ben de o sırada boş durmadım ve peçeteleri alıp üçümüzün de önüne birer tane koydum.

Kaan'ın bir yanına Selim Bey bir yanına da ben oturdum ve tabaklarımızı elimize alarak sandviçlerimizi yemeye başladık. Ama öncesinde komik bir durum cereyan etti çünkü anladığım kadarıyla sandviçlerimizi ben dağıttığım için küçük bir karışıklık yaşanmıştı. Bu sayede Selim Bey'in çiğ domates sevmediğini de öğrenmiş oldum diyebilirim. İşin komiği Kaan ekmeğindeki çok fazla olduğunu iddia ettiği marulunu Selim Bey'e verirken ben de Selim Bey'in ekmeğindeki domatesleri kendi ekmeğime alarak tuhaf bir alın verin ekonomiye can verin durumu yaşadık. Paylaşım sona erip ekmeklerimize baktığımızda sonuç hepimizi memnun edince o halimize gülerek yemeğimizi yemeğe devam ettik.

Hayatım boyunca yediğim en keyifli yemekti desem herhalde yalan söylemiş olmam. Kaan'a bakıyorum ayağının o halde olmasına rağmen yüzünden gülücüğü eksik olmuyor. Ee! Selim Bey'e bakıyorum o da meyve suyunu içmesinde yardımcı olduğu oğluyla şakalaşıp duruyor. Tabii ara sıra da bana hoş bakışlarından bir demet gönderip oğlu kendisini köşeye sıkıştırınca da asistanı olarak patronumu her durumda korumam gerektiğini söylüyor. Beni hiç sorma bile çünkü ikisini izlerken resmen bulutların üzerinde geziyorum. İtiraf ediyorum ben bu baba oğula aşık oldum. Evet evet ikisi bir arada yani onlara paket halinde aşık oldum. Kesinlikle hissettiğim şeyin tam olarak karşılığı bu.

•●●·٠•●●•٠·˙

Yemek faslı bitince Kaan elindeki hikaye kitabını okumaya başladı biz de Selim Bey ile etrafı toparlayıp ne var ne yoksa aşağıya indirdik. 

Mutfağa girdikten sonra da ben tepsidekileri sudan geçirip makineye koyarken o da çöpe atmak için peçeteleri ve atılacak diğer şeyleri toparlamaya başladı. Ortamda sadece küçük önemsiz sesler vardı. Akan su tabak ve bardakların birbirine dokunması çöp poşetinin hışırtısı... Ama başka hiçbir şey yoktu. Makinenin kapağını kapatırken gözüm Selim Bey'e kayınca mutfaktaki hallerine bakarak dalıp gittim. Mutfağını düzenlerken ki o doğal ve konsantre hali çok hoşuma gitti doğrusu. Eli de iş yapmaya alışkın gibi görünüyor yani hiç eğreti duran bir durum yok. Eminim evde Müberra Hanım varken de ona yardım etmekten geri kalmıyordur. 

Kendisine baktığımı fark edince gözlerini kıstı ve sempatik bir ses tonuyla "Ne oldu?" diye sordu. Ne mi oldu? İsterse ona bakarken bana neler olduğunu şu an tartışmaya açmayalım. Cümlelerimi toparlayamam çünkü. Gülümseyerek başımı iki yana salladıktan sonra "Bir şey olmadı. Müberra Hanım ile konuştunuz mu Selim Bey gelebilecek miymiş?" dediğimde pek bir olumsuz baktı. Demek o konuda sorun çıkmış. 

Mutfak tezgahına yaslanıp ayaklarını üst üstte çaprazlayarak kollarını kavuşturdu ve "Maalesef tam söylemeye çalışırken benden önce davranıp kardeşinin yanına gelmesinin kendisine çok iyi hissettirdiğinden bahsetmeye başladı. Ben de Kaan'ın durumunu söyleyip tatlarını kaçırmak istemedim" dedi. Bu kötü olmuş işte.

"Peki siz ne yapacaksınız tek başınıza idare edebilecek misiniz?"

"Hmm... Etmeye çalışırım ama destek olmak istersen inan bana minnettar kalırım"

İşte yine aynı şeyi yapıyor. Bana tabiri caizse bıyık altından yine kibarca emrivaki yapıyor. Bunu söylediğinde "Aa! Üzgünüm ama kendi başınızın çaresine bakmalısınız" demeyeceğimi adı gibi biliyor olmalı. O an gözüm duvardaki saate takıldı. 18.30'u gösteriyordu. Tamam belki Kaan uyuyana kadar birkaç saat daha kalabilirim ama daha fazlası olmaz. Bunu Selim Bey'e de söylediğimde ne yaptı biliyor musun? Resmen bana hiç yoktan iyidir bakışı attı. Ne yapsaydım yani? Geceyi mütemadiyen duygusal anlar yaşayıp bu yüzden de paniklediğim patronumun evinde mi geçirseydim? Üzgünüm ama bu kadar aksiyon bana yetti de arttı bile daha fazlasını bu bünye kaldırmaz.

Kendisine kahve hazırlamak için dolabından bardak almaya yönelirken bana hitaben de "Kahve içmediğine göre sana ne ikram edebilirim acaba?" dedi. Müberra Hanım'ın bitki çaylarının bulunduğu çekmeceyi açıp tek tek bakarken "Melisa çayı?" diye sordu. Yanına yaklaşıp kaşlarımı yukarıya kaldırarak "Olmaz sakinleştirip uyku getirir" dedim. Melisa çayını geri koyup o sırada eline gelen ısırgan otu çayını çıkarınca gülmeme engel olamayarak başımı hemen iki yana salladım. Nedenini anlamadığı için neden güldüğümü de anlamadı tabii ama ona o çayın bağırsak hareketlerini aktive ettiğinden bahsedecek kadar şuurumu kaybetmedim.

Sonunda seçim işine el atıp kararımı papatya çayından yana kullandım çünkü ağrıyı kesen bir etkisi olduğu için başımdaki minik ağrıyı da yok edebileceğini düşündüm. Bugün bana ne oldu bilmiyorum ama vücudum garip sinyaller yollama başladı sanki. Selim Bey su kaynatmak için su ısıtıcısını çalıştırırken ben de mutfaktaki tabureye oturdum. Onu mutfakta bizim için bir şeyler hazırlarken izlemek o kadar keyifli ki anlatamam. İyi ki arkası dönükte ondan ödünç aldığım yaramaz gülüşlü ifademi göremiyor.

Su kaynayınca Selim Bey bardaklarımızı doldurup ısıtıcıyı yeniden yerine bıraktı. Oturduğum tabureden kalkıp teşekkür ederek bardağımı aldıktan sonra tam mutfaktan çıkmak için kapıya doğru yürüyordum ki bir an arkamdan "Bana Rıfat Tekin'in kızı olduğundan bahsetmemiştin" dediğini duydum. Hmm... Ciddi konulara geçiş yapıyoruz gardını al diyor yani.

Yerimde kalıp ona doğru dönerek "Bahsetmeli miydim?" diye sorunca o da kahve fincanını alarak yanıma geldikten sonra "Başkası olsa belki de söyleyeceği ilk şey bu olurdu" dedi. Yan yana yürürken dik bakışlarımı ona doğru çevirip "Sizin de dediğiniz gibi başkası olsa böyle yapardı. Ben başkası değilim Selim Bey... Bu yüzden de Meral olarak böyle olmasını uygun gördüm" dediğimde o da bakışlarındaki hayranlık ifadesiyle birlikte bana doğru bakıp "Başkaları gibi olmadığının farkındayım" dedi. Hay aksi! Ben de onun başkaları gibi olmadığının farkındayım ve bu da beni duygularımı kontrol etme konusunda ne kadar zorluyor bilemezsin.

Yine kalbimi hiç zorlanmadan çalan sözleriyle o aşık olunası gözlerinin iş birliği yapıp beni kilitlediği anlardan birini yaşıyorum. Beni ne çabuk etkiliyor öyle... Birbirimize bakarken bunu ne manada söylediğini anladığım için gözlerimi kaçırarak salondaki koltuklardan birine oturdum. Şu an kalbimin sesini duymuyor oluşuna sevinmem lazım. Keşke ben de duymasam çünkü bu heyecanlı hâl kendimi açık etmeme yol açıyor olabilir.

"Peki siz ve Haluk Bey babamı nereden tanıyorsunuz?"

"Ben Rıfat Bey'i ismen tanıyorum. Babam da yıllar önce kendisine bir ziyarette bulunmuştu"

"Ziyaret... Neden peki?"

Kahvesini sehpaya bırakıp ayağa kalktı ve konsolun yanına giderek çekmecesinden bir albüm çıkardı. Onu merakla izlerken dayanamayıp yerimden kalkarak o yöne doğru gittim. Ne olduğunu da anlayamadım. Acaba özel bir gecede babamla beraber çekilmiş bir fotoğrafları falan mı vardı?

O da kısa bir arayışın ardından göstermek istediği resmi bularak albümü bana doğru uzattı. Albümü elinden alıp bakarken de sağ alttaki resme bakmamı istedi. Ben de dediğini hemen yaptım. Gözüme ilk çarpan detay babalarımızın bir araya nasıl  geldiğini açıklar nitelikteydi. Fotoğrafa yakınlaşıp dikkatle inceledikten sonra işaret parmağımı Zülal Hanım'ın boynuna götürerek "Bu zümrüt gerdanlık..." deyip sustum. Tabii ben susunca sözümü Selim Bey tamamlayıp "Babamın anneme evlilik yıl dönümü hediyesiydi" dedi. Nereden nereye derler ya gerçekten de öyle.

Resme özellikle de Zülal Hanım'ın boynundaki gerdanlığa bakarken kendimi o kadar mutlu hissettim ki anlatamam. Farkında olmadan birbirimizin hayatlarına nasıl da dokunmuşuz inanılır gibi değil. Albümü görüş mesafemden uzaklaştırırken tuhaf duygularla gülümseyip "O gerdanlığı ben tasarlamıştım" dediğimde bu Selim Bey'i şaşırttığı kadar etkiledi de. İkimiz de dikkatle Zülal Hanım'ın boynuna bakarken o güne geri döndüğümü hissettim. Durmaksızın gülümsedim çünkü o gerdanlığın gerçeğe dönüşmesi epeyce zamanımı almıştı.

"Ne oldu Meral neden gülümsüyorsun?"

"Onu çizdiğim günü hatırladım"

"Benimle de paylaşır mısın?"

"Henüz lise öğrencisiydim ama okulumun bitmesine de birkaç hafta kalmıştı. Bir akşam annem odama gelip babamın aşağıda konuşmak için beni beklediğini söyledi. Neden çağırdığını anlayamadığım için çekinerek yanına gittim. Biraz konuştuk ve bana gelecekte ne yapmayı planladığımı sordu. Ona baktım ve birkaç saniye sonra kendimden gayet emin bir şekilde baş tasarımcın olmak istiyorum dedim"

"Eminim bu babanı çok mutlu etmiştir"

"Aslında kaşlarını çatarak "Dur bakalım bu o kadar da kolay değil önce kendini bana ispat et" dedi"

"Yani bir nevi çıraklığını yapmadığın bir işin patronluğuna soyunma dedi"

"Aynen öyle demeye getirdi"

"Sonra ne oldu peki?"

"Çekmecesinden sadece kendisinin kullandığı özel çizim kağıtlarından birini çıkardı ve "Sürenin hiçbir önemi yok yapıp yapabileceğin en iyi mücevheri çizip masama getir" dedi"

"Sanırım aynı durumda olsaydım ben de baban gibi yapardım"

Ona dik dik bakarak ima içeren bir tonlamayla da "Sağ olun Selim Bey!" dediğimde iki elini açıp "Yanlış bir şey mi söyledim?" diye sordu. Tebessüm ederek sözüme devam edip "Kısa geçiyorum. Odama gittim ve uzun uzun düşündükten sonra bir şeyler karalamaya başladım. İki gün sonra da son düzeltmeleri yapıp okul çıkışında heyecanla babamın yanına gittim ve büyük bir özgüvenle çizdiğim tasarımı masasının üzerine koydum. Uzun uzun baktı ve her köşesini dikkatle inceledi. Ancak ben tam oldu bu iş derken çekmecesinden yeni bir kağıt çıkarıp önüme koyarak "Tekrar dene" dedi. Bozuldum tabii..." dediğimde Selim Bey gayet ciddi bir tavırla "Babanın yaklaşımlarını sevdim. Tanışıyor olsak eminim çok iyi anlaşırdık" dedi. Nasıl yani? Ben burada ne kadar zorlu yollardan geçtiğimi anlatırken o neredeyse babama bana olan bu tavrı yüzünden madalya takacak. Bu defa herhangi bir imada bulunmayıp sözüme devam ettim.

"En can sıkıcı kısmı da o kadar detaylı incelemesine rağmen bana nerede yanlış yaptığımı bile söylememesiydi"

"O söyleseydi bir değeri kalmazdı ki bu yüzden de düşünüp odaklanıp kendin bul istemiştir. Gayet mantıklı"

Bunu demesiyle birlikte ona hayretle bakarak "Emin olun tanışsaydınız babam da sizi severdi" dedim. Bunu ne manada söylediğimi anladığı için güldü. Az önce bilerek ve de isteyerek patronuma kinaye içerikli bir laf çarptım. Hem de küt diye yüzüne karşı! Ne diyeyim Allah aşkına? Baksana onlar olaya aynı pencereden bakarken belli ki ben kapı deliğinden falan bakmaya çalışıyorum. Devamını duymak için merakla bana bakarken kendi kendime söylenmeye bir son verip konuya dönerek sözüme devam ettim.

"Uzunca bir süre babamın atölyesine heyecanla gidip her seferinde de elime tutuşturduğu bomboş kağıtlarla geri döndüm. Uzun süre derken birkaç haftadan bahsetmiyorum tabii o sırada lise bitti üniversitede istediğim bölümü kazanıp okumaya başladım öyle bir süre yani. O kadar moralim bozulmuştu ki anlatamam. Babamın baş tasarımcısı olabilmek için can atıyordum ama çizdiğim hiçbir şey ile onu etkilemeyi başaramamıştım. Bir gece kağıdımı kalemimi toparlayıp bahçeye çıktım. Çimlere uzanıp kendi kendime konuşarak yıldızları izlerken de kardeşim tepemden başını uzatıp tek başıma ne yaptığımı sordu. Sanki birinin bunu sormasını bekliyormuşum gibi hararetle babamın bir türlü tatmin olmadığından bahsetmeye başladım. O da güldü..."

"Sanırım kardeşinin neden güldüğünü biliyorum"

"Neden?" 

"Önce sen söyle bakalım tahminim tutacak mı?"

"Babam tatmin olmuyor çünkü tasarımına odaklanmak yerine..."

"Sürekli kendini ona beğendirmek için uğraşıyorsun ve bu da seni kısıtlayıp köreltiyor dedi"

"Nereden bildiniz?"

"Babalar ve onlara kendilerini ispatlamak için uğraşan çocukları... Sence tanıdık gelmesi çok mu garip?"

"Haklısınız galiba"

"Peki kardeşinin sana yardımcı olacak bir çözüm önerisi var mıydı?"

"Vardı tabii olmaz mı? Benden babamı unutmamı ve önce bir tasarımdan kendim ne bekliyorum onu düşünmemi bunu da kağıda dökmeden önce kafamın içinde üç boyutlu olarak şekillendirmemi istedi"

"Kardeşini de sevdim"

Bu sefer de ben güldüm. Biraz daha anlatırsam bütün aileme hayran kalacak gibi görünüyor. "Şekillendirebildin mi peki?" dediğinde kardeşim gittikten sonra bir süre yıldızlara bakmaya devam ettiğimi söyledim. Sanırım ilham gelmesini bekliyordum. Tabii ısrarcı davranıp o da "Beklediğin ilham geldi mi?" diye sordu. Evet gelmişti.

"Yıldız kayarken üzerime de bir miktar ilham serpiştirmiş olabilir"

"Hmm... O esnada bir yıldızın kayması da hikayenin etkileyici kısmı oluyor sanırım. Peki dileğin neydi?"

"Hiçbir şey dilemedim çünkü o an yıldızlara bakarken şu kardeşimin üç boyutlu olarak düşün dediği şey gerçekleşti. Noktaları birleştir oyununu hatırlıyor musunuz Selim Bey?"

"Küçük bir çocuğum var Meral unutmam ne mümkün"

"İşte o anda onun bir değişik versiyonu olan yıldızları birleştir oynadım. O gerdanlıktaki pırlantalar yıldızları temsil ediyordu. Ortasındaki gri ham elmas ise onları izleyen ve kafası bir hayli karışık olan Meral'di. Yani ben..."

"Peki ya zümrütler?"

"Bu taş hakkında bilginiz var mı Selim Bey?"

"Bildiğim tek şey annemin bazı zamanlar bana zümrüt gözlü oğlum dediğiydi"


Bunu söyledikten sonra yüzünü buruşturup "Bunu sesli mi söyledim? Aman Allah'ım!" dediğinde bu sefer de ben ona bir nevi misilleme yapıp "Benzetmesini sevdim. Anneniz haklı" dedim. Aslında düşününce gerçekten haklı olduğuna kanaat getirdim. Şu an zümrüt taşı ve Selim Bey bana fena halde birbirlerini çağrıştırıyor.

Ancak anneniz haklı dedim de ben bu misilleme konusunda pek bir acemi olduğum için kendi kendimi zora soktuğumu ancak bana doğru dönüp o yemyeşil gözlerine maruz kalmamı sağlayarak "Ne konuda?" demesiyle anladım. Önce annesinin söylediği şeyi düşündüm sonra da onu onayladığım sözlerimi düşündüm. Kahretsin!

Selim Bey de haklı olarak gözleriyle alakalı hoş bir şeyler söylememi ve belki de buna karşılık bana söylemeye hazırlandığı şeyin sırasını bekliyor gibiydi. Ah! Bari bunu soruyor bir de ne diye öldürücü darbesini o bahsi geçen zümrüt gözleriyle yapıyor ki? İşin kötüsü geri sayım başladı. Ona bakma sürem beşten geriye doğru hızla düşerken bir an önce etkisinden çıkmam gerektiğini anladım ve başımı eğip işaret parmağımla da boynumu ovuşturarak "Taşlara geri dönelim mi?" diye sordum. Tabii bu telaşlı halimle onu yine gülümsettim.

"Dönelim çünkü söyleyeceklerini merakla bekliyorum" dediğinde biraz huylanmadım değil. Sanki şimdi de ne söylersem taştan ziyade onu anlatacakmışım gibi hissediyorum. Sonuçta dolaylı yoldan da olsa gözlerine alenen iltifat etmiş bulunmaktayım değil mi? Of! Yine zihnimi ele geçirdi. Bu konuya nereden girdim ki? Onu değil taşı düşün Meral... Ah! Taş onu o da taşı çağrışım yaparken dikkatimi nasıl başka bir şeye verebilirim ki? Başka bir şey bul Meral... Hemen başka bir şey bul!

"O halde zümrüt taşının en değerli dört taştan biri olduğu bilgisiyle başlayalım mı?"

"Bu konunun uzmanı sensin ben ise seni hayranlıkla dinleyen tarafım"

"Pekala... Bu değerli taşı elmas safir ve yakut ile beraber mücevherat dünyasının dört yapraklı yoncasına benzetebiliriz. Ancak zümrüt bizler tarafından diğer taşlar arasında biraz daha ayrı bir yere konur. Özel buluruz çünkü. Zümrüt taşının kıymetli olması parlak ışığı geçirgen ve kusursuz bir yapıya sahip olmasından ileri gelir. Yeşili ne kadar kusursuzsa rakipleri arasında da bir o kadar zirveyi zorlar"

Onun en kusursuz yeşile sahip olan gözleri gibi öyle değil mi? Keşke şu an bana bakıyor olmasa da bu içine çekildiğim etkiden çıkabilsem ama bu pek mümkün gözükmüyor. Konuya geri döndükten sonra tebessüm ederek "Efsanevi Anka Kuşu'nun bilinen bir diğer adının da Zümrüd-ü Anka olduğunu biliyor olmalısınız. Kuşun görkemli ve gerçek olamayacak kadar ihtişamlı güzelliği zümrüt taşına benzetilerek tasvir edilir" dediğimde o da gülümsedi. Bu bilgi hoşuna gitmişe benziyordu.

Birkaç saniye düşündüm ve sonra vereceğim bir diğer bilgiyle kendimi de şaşırtarak "Tabii sadece bu kadarla da kalmaz. Birçok kültürde bu taşın iyileştirici özelliği olduğuna inanıldığı için tedavi amacıyla da kullanılır" dedim. Selim Bey de bu yüzden bana iyi geliyor olabilir mi? Bu yüzden mi ona her baktığımda içimde kurumaya yüz tutmuş olan çiçeklerin yeniden yeşerdiğini ve ömrüme ömür katıldığını hissediyorum acaba?

Söylediklerimi dinlerken büyülenmiş gibiydi. Beni sorarsan eğer inkar edemem ondan çok da farklı değildim. Bu anlarda her şeyi unutup sadece ona odaklandım. Ama bu taşla ilgili söyleyeceğim son bir şey daha vardı ve bu detay onu neden özel bulduğumuzu da açıklar nitelikteydi. İnanıyorum ki babası Haluk Bey de bu gerdanlıkla ilgili seçimini sırf bu yüzden yapmıştır çünkü o da bu tarz manevi değeri olan şeyler konusunda hassas davranacak birine benziyor.

Selim Bey ile karşılıklı olarak birbirimize kilitlenip kalmışken sakin bir ses tonuyla "Zümrüt sevgililerin birbirlerine verebilecekleri en özel armağan olarak görülür çünkü..." dedikten sonra kısa bir an durup onun zümrüt yeşili gözlerinden kendi payıma düşen armağanımı alarak "... çünkü zümrüt taşına kimi yerlerde "Koşulsuz Aşk Taşı" da derler" dedim.

Bunu söylememle birlikte aramızda derin bir sessizlik oldu. İçimdeki hiçbir Meral sesini çıkarmıyordu ya da ben artık onları dinlemeyi bırakmıştım. Selim Bey ise bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını kıpırdatırken bir anda ne değişti bilmiyorum ama yine söylemekten vazgeçti. Belki de bu anın konuşma anı olmadığını düşünmüştür. Ara sıra dudağının kenarında belirip tekrar kaybolan tebessümü ile o kadar da güzel bakıyor ki sanki bu bakışla beraber bütün hislerimiz kalpten kalbe kesintisiz ulaşım sağlıyor gibi oluyor.

Ona karşı isimlendirmekte epeyce zorlandığım adına sevgi ya da aşk diyerek de geçiştiremeyeceğim kadar güçlü bir duygu besliyorum. Benim hiçbir şekilde kontrol edemediğim içimde kalbimde ruhumda günden güne büyüyüp beni bir sarmaşık gibi saran büyüleyici bir duygu bu. Bu duyguyla nasıl başa çıkarım ya da çıkmak ister miyim bilmiyorum ama şu kısacık zamanda kalbimin her köşesi bu harika adamın izleriyle doldu. Ömrümün sonuna kadar da benimle birlikte kalacak izlerle...

Bana bir adım yaklaşırken bu sefer geri çekilmek ne kelime yerimden milim bile oynamadım. Normalde uzaklaşmaya çalışmam en azından gözlerimi kaçırmam gerekiyordu ancak bana içinde derin anlamlar barındıran bakışlarıyla bakarken ikisini de yapamadım. Bana ne oluyor bilmiyorum ama kilitlenmiş olma olasılığım çok yüksek. Belki de bu sefer ondan kaçamayacağımı ya da kaçmak istemediğimi anlamışımdır.

Gözlerimi gözlerine dikmiş onu ne kadar çok sevdiğimi düşünerek Selim Bey'i izlerken o da bakışları gibi son derece zarif bir ses tonuyla içime kadar işleyerek "Bana ne yaptın böyle?" diye sordu. Ona ne mi yapmışım? Anladığım kadarıyla o bana ne yapmışsa aynısını ben de ona yapmışım.

Bu sorunun ardından bizi neyin beklediğini anladığım için "Doğru zaman değil" diye fısıldadım ama nafileydi çünkü bunu söylememle birlikte bir süredir beklenen buluşma gecikmeli de olsa gerçekleşti. Tuhaf olan ne biliyor musun? Bu an dudaklarımızdan ziyade kalplerimizin birbirine değdiği bir an gibiydi. Ne ona ne de kendime karşı koyamadım. Koymak da istemedim. Sanırım bu geceden sonra burada kalma planlarımda da küçük bir değişiklik yapmak zorunda kalacağım. 


19.Bölümün Sonu 

Yorum yazma kısmına bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazarsanız beni çok memnun edersiniz ;)

14 Haziran 2025 Cumartesi

Bir Tutam Aşk/ 4.Bölüm (Yazan : NK)

 4.Bölüm  :Naz'ın nişanlısıyım!

Naz'ın yanlarına gelen genç adama "Hayatım" diye hitap etmesi Altan için "Ne umduk ne bulduk" durumunun vuku bulmasına neden olmuşa benziyordu. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin Naz'ın kendisini unutamadığını düşünüyordu ama şu an bu düşüncesi yine Naz tarafından çürütülmüştü. Birkaç saniyeliğine donakaldı. Kalbinde adeta paslı bir bıçak gibi saplanan sevimsiz bir his vardı. 

Gözlerini kısmış Naz'ın yanında duran bu yabancıyı süzüyordu da onu daha önce gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Yeni tanışmış olmalılardı. Belki de okul için gittiğinde girmişti bu adam Naz'ın hayatına. Haksız yere öfkelenmişti. Yine de bu hissini gizlemeye çalışarak bir adım ileri geldi. Naz bu adımla istemsizce geri çekilecekken Levent'in beline koyduğu eli engel olmuştu buna. Bir nevi "Dik dur ve karşısında ezilme" der gibi gelmişti Naz'a. Yan gözle birbirlerine bakarken Altan elini Levent’e doğru uzatıp "Sizinle tanışmadık... Ben Altan!" derken sesi ölçülü ama vurgulu bir şekilde çıktı. 

O anlarda Naz'ın kemikleri birbirine girmişti. Doğru düzgün tanımadığı için Levent'in ona ne tepki vereceğini merak ederken aynı anlarda ağabeyi de son derece sinirli bir halde ikisini aramaya devam ediyordu. En kötüsü de onları bu haldeyken bulursa Murat'ın sinirinin ikiye katlanacak olmasıydı çünkü bu Altan denen adamdan zerre kadar haz etmiyordu.

Levent kusur arar gibi Altan'ı baştan aşağıya süzdükten sonra Naz'a bakmış ve bunun aslında çok da hoş bir karşılaşma olmadığını fark etmişti. İkisi arasındaki gerginlik hissedilmeyecek gibi değildi. Özellikle de Naz'ın. Bu adamın varlığı belli ki onu çok rahatsız ediyordu. 

 Levent bu izlenimlerini göz önünde bulundurarak Altan'ın uzattığı eli kendinden emin bir şekilde tutup sertçe sıkmış ve "Ben de Levent..." dedikten sonra kısa bir an düşünüp ani bir kararla da "Naz'ın nişanlısıyım" deyivermişti. Neee! Sen de Naz'ı çekip vursaydın daha iyiydi be Levent!

Naz zoraki bir tebessümle bakarken duyduğu şey karşısında afallamıştı. Nişanlısı mıymış? İki dakikada neresinden uydurdu nişanlı olduklarını ya!

Altan her ne kadar belli etmemeye çalışsa da hayal kırıklığına uğramıştı. Duyduklarını hazmetmeye çalışıp zorlukla yutkunurken bir yandan da "Nişanlısı mı?" diye sormaktan kendisini alamadı. Naz'ın şaşkınlığı daha da büyüktü çünkü Levent'in bu tarz bir şey söyleyeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Ee! Bunun üzerine bir de kendilerini kızgın bir halde aramakta olan Murat'ı görmek Naz'ın daha da paniklemesine yol açmıştı. Oops!

Altan'ın Akman ailesiyle pek de hoş anıları yoktu doğrusu. Bunun sebebi de Altan'ın Naz'ı alenen aldatmasıyla son bulan nişanlılık evreleriydi. Naz o dönem 18 yaşındaydı ve ailesinin genç yaşta evlilik yoluna girmesini hiç hoş karşılamamasına rağmen Altan'ın göz boyayıcı aşık hallerine inanarak o yüzüğü bir şekilde parmağına takmıştı. Ta ki aldatıldığını anlayana dek.

Naz affetmeyi bir an bile olsun düşünmeyip nişanı atmak isterken Altan binbir dil döküp onu vazgeçirmeye çalışmış ama olaya kardeşini korumak adına Murat'ın da müdahil olması işi iyice yokuşa sürmüştü. Murat tam bir ağabey otoritesiyle ağırlığını koyarken bir daha kardeşine asla yaklaşmaması konusunda Altan'a gözdağı vermişti. Ama Altan'ın yılmaması bir süre sonra Naz'ı psikolojik açıdan yıpratmaya başlamıştı. O da çareyi kabul gördüğü yurt dışındaki bir okulda okumakta bulmuş ve apar topar hazırlanıp İstanbul'dan gitmişti. İlk üç dört ay telefonları susmak bilmemişti ama sonraki aylarda ve yıllarda Altan'dan hiç ses seda çıkmamıştı. Onun da sevgisi bu kadardı işte...

Naz'ın etekleri fena halde tutuşmuştu. Bir yandan ağabeyine yaptığı nahoş şakanın korkusunu bir yandan da Altan ile konuşurlarken onları bulma korkusunu yaşarken bir de üstüne bu ortamdan nasıl kurtulacağını düşünüyordu.

Levent ise Naz'ın suskunluğu karşısında sessizliği bozarak daha da ileri gitti ve Naz'ın şaşkın bakışlarına aldırmadan Altan'a bir çırpıda "Aslında nişanımız çok ani oldu kimseye de haber veremedik. Şimdi de "nazlı" prensesimin ailesiyle tanışmaya geldim ama artık gitmemiz gerek değil mi minik kelebeğim?" dedi. Minik kelebekler götürsün seni inşallah! Bu Levent'in kafası iyi mi ya? Kaş göz arasında ne içti bu allasen!

Naz gözlerini kocaman açarak bakarken Levent ona muzurca gözlerini kırpıştırıp tekrardan Altan'a baktı ve "Tanıştığımıza memnun oldum Alkan Bey" dedi. Alkan derken? Altan duyduklarına çok şaşırmıştı. Halbuki Naz'ın ciddi ciddi kendisini unutamadığını düşünüyordu. Ancak fena halde yanılmışa benziyordu. Kinayeli bir tavırla "Adım Alkan değil... Altan! Neyse! Ben de memnun oldum. İkinize de mutluluklar dilerim" diyordu  ama kelimeler ağzından kerpetenle zar zor çıkıyor gibiydi. İçinden "Tez zamanda ayrılırsınız inşallah!" demek geçerken mutluluklar dilemek zor olsa gerekti.

Levent başarıyla canlandırdığı nişanlı rolünü devam ettirip Altan'a teşekkür ettikten sonra genç adamın kıskanç bakışları altında Naz'ın elini sıkıca tutup oradan uzaklaştırmıştı. 

Bu sayede Naz'ın da nihayet dilinin bağı çözülmüştü. Kalbinin hızla çarpmasına zihninden geçen milyon tane düşünceye rağmen Levent'e karşı sonunda kelimeler bulabilmişti. Aslında bu kadar uzun süre sessiz kalabilmiş olması bile başlı başına bir mucizeydi. Saniyeler içinde hem Altan’ın gelişi hem Levent’in "nişanlıyız" çıkışı hem de ağabeyinin yaklaştığını fark etmesi Naz’ın sinir sisteminde adeta alarm çanlarını çaldırmıştı.

 En nihayetinde Levent'e burnundan soluyarak bakıp "Söyleyecek bir dünya şey varken "nişanlısıyım" demek zorunda mıydın? Ayrıca her fırsat bulduğunda bana nazlı kız muamelesi yapmaktan vazgeç artık!" diye çıkıştı. Hoppala!

"Nedendir bilinmez senin de çenen bir bana işliyor Naz! Hem nereden bileyim ben böyle durumlarda kızı kurtarmak için ya "erkek arkadaşıyım" ya da "nişanlısıyım" denmez mi? Önce sen "hayatım" dedin "bozma" dedin… Ne deseydim yani?"

"Kilimcinin kör oğluyum deseydin!"

"Ne?"

"Erkek arkadaşıyım deseydin o zaman! En azından bizimkilerin kulağına giderse ben normal bir arkadaş anlamında dedi o yanlış anlamış der rahat rahat kıvırırdım ama şimdi nişanlı olduğumuz saçmalığı bir duyulursa neler olur farkında mısın sen?"

"Bence sana iyilik yaramıyor. Öyle deseydim ona da kızardın. Sahi sen ne tuhaf bir kızsın ya!"

Aldığı cevaplarla tepesi atan Naz kaşlarını çatıp "Sensin tuhaf!" derken hâlâ el ele olduklarını fark edince "Levent artık elimi bıraksan diyorum. Resmen yapıştın ya! Rolünü fazla ciddiye aldın galiba" diyerek elini hızla geri çekti. İkisi de ilk anda ellerini çekmediğine göre kimin kime yapıştığı belli olmazdı hani.

Naz sinirle söylenirken Levent kendilerine yaklaşmakta olan Murat'ın suratındaki ifadeyi inceleyip "Ağabeyin geliyor uzatma istersen. Of! Çok kızmış galiba burnundan soluyor" dedi. Naz ağabeyinin haline bakıp biraz da titrek bir sesle "Amaaan! Ben onu unutmuştum. Sen ağabeyciğimi sakinleştirirken ben de gidip Betül'e aldığım parfümü vereyim bari" dedikten sonra kaş göz arasında oradan uzaklaştı. Nereye gidiyor ya? Levent'in "Dur gitme... Naaaaz!" demesine fırsat kalmadan hızla oradan uzaklaşan Naz'ın ardından Murat'ın da sinirle "Naaaaz!" diye bağırması duyulmuştu. Eyvah eyvah!

"Bu kızı paralayacağım Levent yaptığı şeyi gördün mü? Nereye gidiyor o?"

"Betül'e hediyesini verecekmiş. Gelir şimdi"

"Yine ne saçma sapan bir şey almış?"

"Parfüm dedi galiba"

"Ne?"

"Tamam Murat olan oldu sen de uzatma bırak kızın yakasını"

"Bırakacağım ama o Naz cadısını boğaz köprüsünden aşağıya bırakacağım. Sallanacak iki tur aklı başına gelecek!"

"Ağabey büyütme bu kadar"

"Ne büyütmesi Levent ben kardeşimi bilmez miyim? Özellikle yapmadıysa ben de adam değilim! Allah'ım rezil etti beni düşündükçe çıldıracağım geliyor. Kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı sanki. Ama yok ben bunu o küçük sabotajcının burnundan fitil fitil getireceğim. Betül'ün yüzüne nasıl bakacağım ben şimdi ya! Resmen kızın istenmeyen tüylerine gönderme yapmış gibi oldum. Ulan Naz!"

"Ya tamam uzatma diyorum Betül de hediyesini sevdi zaten. Bu arada kız sana teşekkür ederken sen ne demiştin? "Kullandıkça beni hatırla" mıydı? Yani Murat senin de bilip bilmeden ettiğin lafa bak"

"Levent dalga geçme hırsımı senden alacağım şimdi! Ben gidip arabada bekliyorum. Sen de şu kardeş mi yoksa düşman mı ne karın ağrısıysa o ne idüğü belirsiz varlığı çağır da gidelim şuradan"

"Tamam"

"Acele edin"

........::::::::____::::::::........

Levent bir süre sonra Naz ile beraber aracın yanına gelmişti. Onları arabada bekleyen Murat'ın öfkesi de hem suratından hem de kendi kendisine söylenmesinden anlaşılır haldeydi. 

Ağabeyinin kendisine çok fena çatacağını hisseden Naz onunla muhatap olmamak için çantasından çıkardığı telefonu ile evi aramaya başladı. İsteği annesiyle yol boyunca konuşup zaman kazanmaya çalışmaktı ama Murat durumu çoktan anlamıştı. Bu yüzden de kardeşi arabaya biner binmez hemen Naz'ın elinden telefonu alıp "Anne biz çıktık birazdan evdeyiz bir şey istiyor musun? Tamam hadi görüşürüz" diyerek kapattı. O böyle yapınca Naz'ın da kaçacak yeri kalmamıştı. Artık paşa paşa yesin zılgıtını otursun aşağıya yapacak bir şey yok.

Murat başaramasa da yine de sakin durmaya çalışarak "Savunmanı yap küçük hanım! Bak çok sakinim sadece soruyorum. Bunu yapmaktaki amacın neydi kızım senin!" diye çıkıştı. O nasıl ses be! Ağabeyi mi bağırıyor yoksa ayı mı böğürüyor belli değildi. Aman Naz bunu sakın sesli olarak da sormaya kalkma.

"Affedersin ama bu senin sakin halin mi oluyor?"

"Bak hâlâ suçluyum demeden o fırıncı küreği gibi diliyle bana laf yetiştiriyor!"

"Tamam anlatıyorum ya! Şöyle oldu... "

"Hadi kızım anlat ne bekliyorsun?"

"Tamam dur anlatıyorum! O epilasyon aletini aslında... Şey için aldım ben... Şey için..."

Naz lafı uzatınca Murat daha da sinirlenmişti ve oldukça yüksek bir ses tonuyla da bağırıp "Ne için kızım!" diye sorup konuşmasını beklemeye başlamıştı. Naz ileri gittiğinin farkında olmasına rağmen bir yandan da ağabeyinin kızmasından zevk alıyor gibiydi. Her türlü gönlünü alacağını biliyordu ondandı bu rahatlığı tabii.

"Tamam bağırma! Onu aslında ben kendim vermek için almıştım. Sonra şey oldu..."

"Ne oldu?"

"Ne bileyim ben ne oldu!

"Ne diyor bu ya!"

"Evde paketler karıştı diyorum! Senin verdiğin kartı da yanlış hediyeye yapıştırınca yine şey oldu..."

"Kızım ne oldu? Çıldıracağım Levent hâlâ yalan söylüyor. Ne yapayım ben şimdi bu kızı sen söyle!"

"Oğlum uzatma işte sen ağabeyisin yapmış bir densizlik "Altan" al"

Murat'ın ani bir bakışla "Ne dedin sen?" demesiyle aynadan Naz ile göz göze gelen Levent konunun gerçekten hassas olduğunu anlayarak lafını "Ne dedim? Alttan al dedim. Demedim mi Naz?" diyerek düzeltti. Naz ne desin? Tabii ki onu onaylayıp "Evet ağabey alttan al dedi. Sen ne anladın ki?" diye sordu. Anladığı şeyi ağzına bile almak istemiyordu ki.

Murat ikisine de ters ters bakarken Naz'ın telefonu uzun uzun çalmaya başlamıştı. Ağabeyinin "Açsana şu telefonunu!" demesiyle de oflayarak cevapladı. Telefonun diğer ucundaki ses yani Aylin ona ağlamaklı bir halde "Ne bahtsız kızım ben ya! İşlerim bir türlü yolunda gitmedi" diyerek karşılık verdi. He! Bu hengamenin içinde bir sen eksiktin Aylin!

"Aylin... İyi misin sen ne oldu?"

"Lena'ya ev arkadaşı kendime de bilet bulamadım ne olacak? Ama yine de iyi şeyler de olmadı değil. Naz bugün onu aradım konuştuk. Aslında tam konuşamadık ama sesi çok güzeldi aynı Brad Pitt gibi"

"Sanki Brad Pitt ile telefon arkadaşı! Adamı dublajlı izliyorsun nereden anladın sesinin benzediğini? Hem sen kimi aradın ya bilmece gibi konuşmasana"

"Tabii ki de defterin sahibini! Naz sen beni dinlemiyor musun? Ben sana kaç gündür ne anlatıyorum Allah aşkına! Konuşurken görmüyorum diye telefonu kulağından çekiyorsun değil mi? Hayır deme çünkü başkalarına yaptığına şahit oldum. Hem ne çirkin bir hareket o yapma insanlara öyle ayıp bak söyleyeceğim söyleyeceğim bu güne kısmetmiş"

Naz'ın bağırıyor diye kendinden uzak tuttuğu telefonu yeniden kulağına götürerek "Yapmıyorum ben öyle bir şey! Hem bu defterin sahibi dediğin... Aaa! Şimdi hatırladım. Havaalanında çarpıştığın çocuğun defteri" demesiyle hem Levent hem de Murat aynı anda "Yok artık!" diyerek birbirlerine şaşkınca bakıp kaldılar. Naz ise onların bu halinden habersiz konuşmasını sürdürüyordu.

"Şimdi anladım sen onu aradın. Ee! Ne konuştunuz?"

"Sanırım o da benim sesime hayran oldu. Duyunca bir titredi bir sarsıldı. Hani elektrik çarpar da sesin bir ay aayy diye titrer ya... İşte sesi aynen öyle geldi. Çarptım ben onu kesin çarptım"

Naz telefonu tekrardan kulağına götürerek "Tabii tabii eminim dediğin gibi olmuştur da ben şimdi kapatayım seni sonra ararım. Hem sana anlatacağım şeyler var. Gülmekten ö-le-cek-sin" derken bir an ağabeyinin kendisine karşı olan sert bakışlarını gördü ve hemen ardından ciddi bir tavırla "Hoşça kal Aylinciğim" diyerek sessizce telefonu kapattı.

Murat önüne dönerken bir yandan da aynı Levent gibi Naz'ın arkadaşına söylediği şeyi düşünüyordu. Murat'ın defteri şu an Aylin'in elindeydi ama işler epey bir arapsaçına dönmüştü. Şimdi bu durumda Aylin havaalanında çarpıştığı Levent'in tipine defterini okuduğu Murat'ın da kalbine aşık olmuşa benziyordu. Ee! Bu işin sonu nereye varacaktı peki?

Onlar eve yaklaşırken Leyla Hanım ile İkbal Hanım da bahçede oturmuş sohbet ediyorlardı. Garaja giren arabayı fark eden İkbal Hanım sohbetin en ballı yerinde "Çocuklar geldi hanımım" diyerek Leyla Hanım'ın dikkatini o yöne doğru çekti. İkisi de garaja bakıp çıkmalarını beklemeye başlamıştı. Leyla Hanım eve doğru gelen gençlerin yüzlerine şöyle bir bakarak "Kesin bir şey olmuş. Suratlarına bak sanki eğlenceye değil de başsağlığına gitmiş gibiler" deyince İkbal Hanım da gençleri dikkatle süzüp "Nasıl olsa anlarız şimdi hanımım birinden biri dökülür hemen" diyerek ayağa kalktı.

"İyi akşamlar hanımlar"

Leyla Hanım güler bir yüzle "Hoş geldiniz çocuklar eğlence nasıl geçti bakalım Betül beğendi mi hediyelerini? Naz seçerken çok özendi en iyisi olsun diye dolaştı durdu. Ayaklarımıza kara sular indi inan ki" deyince ortam yeniden gerilmişti. Hmm... Çok özenmiş sağ olsun!

Naz dayanamadığı için sessiz olmaya gayret ederek kendi halinde gülüyordu. Murat'ın o anki komik yüz ifadesi gözlerinin önünden silinmeyecek gibiydi sanki. Annesi ve İkbal Hanım ne olduğunu merak eder gözlerle Naz'a bakıp kalmış Murat ise kardeşinin tavrına iyice sinir olup "Gül Naz gül! Son gülen iyi güler bunu yanına bırakmayacağım bilesin" diyerek odasına doğru ilerlemeye başlamıştı.

Leyla Hanım çocuklarının bu haline bir anlam verememişti. Bu yüzden de Levent'e dönüp meraklı gözlerle bakarak "Levent oğlum ne oldu bunlara? Belli ki anlatmayacaklar sen söyle bari" deyince Levent ağabey kardeş arasındaki işlere karışmak istemediği için "Leyla teyze ben karışmayayım Naz size anlatır. İyi geceler" diyerek Murat'ın arkasından gitti. Bu da kaçtı gitti iyi mi!

Ortada sap gibi kalan Naz kendisine dönüp bir açıklama bekleyen Leyla Hanım ile İkbal Hanım'a ne diyeceğini bilememişti. Şimdi anlatsa kesin ağabeyini neden arkadaşlarına karşı rencide ediyorsun diye azar işitecekti. Gece gece hiç o toplara giremezdi valla. Bu sebeptendir ki çok yorgun olduğunu ve Aylin'i arayıp yatacağını söyleyerek kaçar gibi odasına gitti. Bu kız büyüse de hiç değişmeyecekti belli olmuştu bu.

Leyla Hanım çocuklarının ardından derin bir of çekerek "Bu durum sana da çok tanıdık geldi değil mi İkbal?" dediğinde gülümseyerek onu onaylayan İkbal Hanım "Eski günlere döndük hanımım" deyip masadaki çay bardaklarını toparlamaya başladı. Çocuklarda geldiğine göre içeriye girme vakti de gelmişe benziyordu.

........::::::::____::::::::........

Naz kapıdan içeri adımını atar atmaz boğazındaki kuruluğu bastırmak için doğruca mutfağa yönelmişti. Evin sessizliği mutfağın içinden gelen hafif uğultuyla bozulmuştu. Levent'in sesi miydi o? Görünen o ki öyleydi. Elinde telefonu vardı ve aradığı kişi ile alakalı kendi kendisine "Hadi Deniz aç şu telefonu!" diyordu.

 Naz önce bir durdu sonra da rahat konuşsun diye odasına gitmek üzere geri döndü. Ancak hemen gidememişti. Ah o merak yok muydu o merak! İnsanı kımıl kımıl ediyordu vicdansız. Adımlarını sessizleştirerek kapıya biraz daha yaklaştı. O sırada Levent'in araması da cevaplanmıştı. Naz kiminle konuştuğunu anlamasa da Levent’in cümlelerinden bir şeyler çıkarabileceğini umuyordu. Sahi kimdi ki bu Deniz?

"Merhaba Deniz nasılsın?"

"Gerçekten de iyi olup olmadığımı önemsiyor musun Levent? Bana pek öyle gelmiyor çünkü"

"Neden böyle yapıyorsun?"

"Uzatmayalım! Sen bir defter arıyormuşsun ama baktım burada yok"

"Evet orada olmadığını biliyorum çünkü aradığım şeyi buldum. Yine de yardımın için teşekkür ederim. Ben sadece uçak biletini aldın mı diye soracaktım"

"Aldım"

"Tamam seni karşılamaya gelirim"

"Ne alaka Levent? Karşılamaya falan gelme istemiyorum"

"Deniz lütfen bunu tartışmayalım çünkü gelmek istiyorum. Hem belki biraz da konuşma fırsatımız olur. Tamam mı?"

"İyi ne yaparsan yap!"

"Kabul ettiğin için teşekkür ederim. Görüşmek üzere kendine iyi bak"

Levent telefonu kapattıktan sonra düşünceli bir halde Murat ile kendisine kahve hazırlamaya başlamış Naz da meraktan hemen içeriye dalmıştı tabii. Levent ona doğru bakınca da su almak için geldiğini söyleyip dolaptan bir bardak çıkardı ve kuşkucu bakışlarla Levent'in dibine kadar geldi. Aslında bu kadar mesafeli konuştuğu Deniz kim diye meraklanmıştı ama bunu ona soramayacağı için öylece olduğu yerde düşüncelere dalmıştı. Levent ise Naz'ın yanında bu şekilde durmasının sebebini merak eder bir halde "Kahve mi içeceksin?" diye sordu.

"Evet bir sakıncası mı var?"

"Şaşırdım sadece..."

"Sebep?"

"Az önce su içeceğini söylemiştin de"

"Fikrimi değiştirmiş olamaz mıyım?"

"O zaman bardağını da değiştir çünkü bu kadar ince bir cama kaynak su koyarsan çatlatırsın"

Naz eline şöyle bir baktıktan sonra yanlış bardak olduğunu gördüğü halde yine de bozuntuya vermek istememişti. Hatta Levent'e de üste çıkmaya çalışır halde "Bir şey olmaz ben hep böyle içerim. Alışkanlık işte" diyerek cevap verdi. Görürdü birazdan alışkanlığı. Levent sinsi bir gülüş attıktan sonra "Sen bilirsin" deyip kahvelerini alarak yanından çekilmişti. Ancak tam mutfaktan çıkarken arkasından tip tip mimikler yapan Naz'ın kaynar su koyduğu bardağı çat diye çatırdamıştı. Hay aksi!

Bu sesi duyan Levent uslu uslu durur mu? Durmaz tabii ki. Durmadığı gibi bir de dayanamayıp geri döndükten sonra "Bazı insanlar ancak yaşayarak öğrenir diye boşuna dememişler. İyi ki yanında değildim yoksa ikinci bir cam faciası daha yaşayabilirdik" diyerek gülmeye başladı. Naz'ın kafasını biraz daha attırırsa şimdi de yaşayabilirlerdi sorun yoktu yani.

Naz ise Levent'in haklı çıkmasına bozularak sessiz bir şekilde etrafı toparlarken bir yandan da kendi kendisine "Ukala! Kendini beğenmiş! O camlar senin.." diyordu ama Levent hemen lafını kesip "Aa... Çok ayıp! Bu sözler senin gibi bir kıza hiç yakışmıyor" dedikten sonra yanına gitti ve Naz'ın damarına basmayı tercih ederek "Sen dur ben yaparım. Şimdi sen narinsindir bir yerini kesersin falan hiç ağlamanla uğraşmayalım" dedi. Kaşınıyor muydu bu? 

Söylediği şeye daha da sinirlenen Naz "Çekil ya! Ben yaparım. Hem bardak dandikse ben ne yapayım?" diyerek kendini haklı göstermeye çalışsa da aslında düştüğü gülünç durumun farkındaydı. Levent bardağı şöyle bir inceledikten sonra Naz'a markasını hatırlatıp "Hmm... Evet dandikmiş gerçekten! Aslında firmayı şikayet edeceksin ama ne diyeceksin? Sizin su bardaklarınıza sıcak içecek konmaz ama bizim laf dinlemez kız koymuş mu diyeceksin? Gülerler adama!" dedi. Ya bu adam hiç susmayacak mı?

Naz sinirden iyice deliye dönmüş bir halde çıkışıp "Senin derdin ne? Neden her seferinde beni tersleyerek dalga geçip duruyorsun?" deyince Levent  beklemediği bu çıkış karşısında ne olduğunu şaşırmıştı. Şaşırmakta da haklıydı çünkü o Naz'dan ne görüyorsa aynı şekilde de ona karşılık veriyordu. Levent şaşkınlığını gizleyemeyerek "Karşılaştığımız andan itibaren sen bana nasıl davranıyorsan ben de sana öyle davranıyorum. Neden şimdi zoruna gitti anlamadım. Senin tarzın bu değil mi zaten?" diye cevap verdi.

Aslında Naz'ın gerginliğinin sebebi biraz da Altan'ı görmesinden kaynaklanıyordu. Kabul etse de etmese de gerilmişti ve ondan alamadığı hıncını şimdi Levent'ten çıkarmak istiyordu. Aralarında laf dalaşı sürerken de nihayet evin telefonunun çalmasıyla ikilinin atışması bir son bulmuştu. Levent'te Naz gibi biraz ileri gittiğinin farkındaydı ve bu durumdan huzursuz olmuştu. Naz ise bir şey diyemeden sinirli bir şekilde telefonu açmak için mutfaktan çıkıp gitti. Ahizeyi hızla kaldırıp bu sefer de "Efendim? Aloo! Kimsin kardeşim madem konuşmayacaksın ne diye arıyorsun?" diyerek bütün sinirini karşısındakinden çıkarmaya başladı.

O sırada mutfaktan çıkan Levent Naz'ın yanından geçerken onun için hazırladığı kahveyi yavaşça önüne bıraktı. Bir nevi "Özerine geldiğim için özür dilerim" diyordu yani. Naz önüne konan bardağın ardından başını ona doğru çevirdiğinde göz göze gelmişlerdi. Birbirlerine suçlu bakışlarla bakarken Levent bu anlık bakış sonrası orada durmayıp direkt Murat'ın odasına doğru yöneldi. Naz'ın bakışları onu takip ederken nihayet telefondaki kişi de yanıt vermişti.

"Alo"

"Kimsiniz acaba? Bir kimi aradığınızı öğrensem rahatlayacağım burada!"

"Naz... Kızım?"

Kızım derken? Naz gözleri ışıldayarak bakarken bir yandan da telefondaki derinden derinden gelen sesin düşündüğü kişiye ait olmasını ümit ediyordu. Olabilir miydi bu? Onca yılın ardından arayan kişi babası olabilir miydi?

4.Bölümün Sonu 

Yorum yazma kısmına bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazarsanız beni çok memnun edersiniz ;)

Öne Çıkan Yayın

Geçmisin Gölgesinde / 10.Bölüm (Yazan : NK)

10. Bölüm : Yağmur... Nevin Hanım sabah saatlerinde gelen telefonun ardından endişeyle ablasının yanına gitmişti. Nergis Hanım'ın doktor...