"Sonsuza dek yaşamanın yolu birini sevmekten geçer.
Böylece ardınızda gerçek bir armağan bırakmış olursunuz"
19.Bölüm : Koşulsuz Aşk Taşı
"O mektupları yazan sen ol istedim"
Ona nasıl mektupları yazan kişinin ben olduğumu söyleyebilirim ki? Orada bir sırrım olduğundan sevdiklerimden bu yüzden uzak durduğumdan ve daha bir sürü dikkat çekecek ayrıntıdan bahsetmiştim. Yani ona "Evet mektupları ve size gelen notu yazan bendim" demek şu zamana kadar yaptığım en aptalca şey olurdu.
Bu sözlerin üzerine o mektuplarda yazdığım şeyleri düşünürken bana haddinden fazla yaklaştığını ve müdahale etmezsem birkaç saniye içinde de her şeyi berbat edeceğimi fark ettim. Berbat edeceğim diyorum çünkü beni öptüğü takdirde onu karşılama şeklim hislerimi alenen belli edecek. Bunu yapamam. Şimdi olmaz. İstemeden de olsa "Selim Bey..." diye fısıldayıp bunu yapmasına engel oldum. Şu haldeyken bile ona hâlâ bey diye hitap ediyorum ya umarım bana kıs kıs gülmüyorsundur arkadaşım.
Bakışlarını bana doğru çevirmesiyle birlikte sesim titreyerek "Üzgünüm... Ben değilim" dedim. Bunu duyduktan sonra bana karşı olan bakışlarında biraz olsun değişim olması gerekmiyor muydu? Yani küçücük bir hayal kırıklığı mesela... Ama yok hâlâ aynı bakıyor. İnanmadı mı o mektupları yazanın benim olmadığıma? Başımı huzursuzca diğer tarafa çevirip ellerimi üzerinden çekerken bir anda o sessizliğin içinde "Baba!" diyen Kaan'ın sesi duyuldu. Kaan'ın yürüyemediğini düşünecek olursak eğer bu ses Selim Bey'in kemerindeki telsizden geliyor olmalıydı.
Bir adım geri çekilip durumun tuhaflığıyla birbirimize bakarken "Kaan çağırıyor ne olduğuna bakmayacak mısınız?" diye sordum. İki arada bir derede kalmış gibiydi. Giderdi ama gidemiyordu işte. Sanırım o yukarıya çıkar çıkmaz benim de evden çıkıp gideceğimi düşündü. Bunu da benim merakla bakan gözlerimin eşliğinde "Yine geçen gece olduğu gibi aniden gitmeye kalkmayacaksın değil mi?" diyerek belli etti. Bunu ciddi bir tonlamayla söyleyince ben de aynı ciddiyeti sürdürüp "Kaan'a hoşça kal demeden gitmezdim" dedim. Cevabım üzerine rahatlamış gibi derin bir nefes alırken telefonu çalmaya başladı.
Selim Bey açmaya gönülsüz bir halde telefonuna doğru bakarken "Siz rahat rahat konuşun ben Kaan ile ilgilenirim" dedikten sonra salondan çıkıp merdivenlere yöneldim. Bu sırada konuşmalarından dolayı arayanın da Derya Hanım olduğunu anladım. Kaan'a olanları duyduysa merak etmiş olmalı. Umarım ben buradayken geçmiş olsun ziyaretine gelmeye kalkmaz.
Yukarıya çıktıktan sonra Kaan'ın odasının önüne gelip girmeden önce kapısını tıklattım. İçeriye "Gelebilirsin baba" demesi eşliğinde girdiğimde beni görür görmez kocaman bir gülümsemeyle "Meral abla gitmemişsin" dedi. Vedalaşmadan gider miyim hiç? Ellerim arka cebimde omuzlarımda yukarıda olarak yüzümü buruşturup "Arabadayken uyudun ben de sana hoşça kal demeden gitmek istemedim" dediğimde gözleri ışıldayarak "Benim uyanmamı mı bekliyordun yani?" diye sordu. Bunda ne var diye düşünürken gülümseyerek öyle olduğunu belli ettim ve yanına geçip yatağına oturdum. Tabii aramızda da bu vesileyle kısa bir sohbet başladı.
"Babam nerede?"
"Salonda Derya Hanım ile konuşuyor"
"O burada mı?"
"Hayır burada değil telefonla konuşuyorlar. Neden öyle söyledin ki?"
"O burada mı?" diye sorarken yüzünü buruşturması gözümden kaçmadı da o yüzden merak ettim. Cevap vermesini beklerken bana doğru söylesem mi yoksa söylemesem mi der gibi bakıp sonra da garip bir tonlamayla "Derya Hanım biraz şey..." dedi. Tebessümüme engel olamayarak şaşkınca "Ne?" diye sordum. Düşünceli bir ifadeyle epeyce sessiz kaldı ve neden öyle durduğunu merak etmeyeyim diye de "Kabalık etmemek için doğru kelimeyi bulmaya çalışıyorum da" dedi. Hmm... Tamam bulsun bakalım.
Gülümsememi elimle örtmeye çalışarak "Sorun değil ben beklerim" dediğimde birkaç saniye daha durup "Buldum!" dedikten sonra yüzünü ekşiterek sanki çok kötü bir kelime söyleyecekmiş de utanıyormuş gibi ıkınıp sıkınıp sonunda da "Biraz... Gergin!" demeyi başardı. Sanırım kabalık etmemek için bulup bulabileceği en usturuplu kelimeyi seçmişti.
"Gergin mi?"
"Evet ama sen onun gibi değilsin Meral abla"
"Ben nasılım ki?"
"Sen... Bence sen çocukları çok seviyorsun"
"Evet çok seviyorum"
"Bu belli oluyor"
"Gerçekten mi?"
"Evet belli oluyor. Mesela bana bakarken gözlerinin içi gülüyor. Bundan beni gerçekten sevdiğini anlayabiliyorum. Hem bir çocukla nasıl konuşacağını da biliyorsun"
Ah! Çocuklarla nasıl konuşacağımı biliyor muyum? Bunu bana söylüyor inanabiliyor musun? Bu resmen benim için bir milat sayılır. Aslında belki de haklıdır. Evet evet haklı! Benim ayarlarımı Elif ve o cimcime kızın şaşırtıcı soruları bozuyor. Kaan ile konuşurken saçmalamıyorum ya da öyle olduğunu sanıyorum. Bilmiyorum. En azından Kaan'ın yanında daha telaşsızım.
Bunları düşünürken Kaan yanındaki yastığı alıp bana doğru uzattı ve onu verme amacını da "Meral abla rahat otur lütfen sırtın ağrıyacak" diyerek belli etti. Kibarlıkta son nokta! Teşekkür edip yastığı sırtıma koyduktan sonra geriye yaslandım ve üzerine konuşmak isteyeceğini düşünerek "Yeni doğan tayı görebildin mi?" diye sordum. İşte en sevdiğim konu dercesine gülümsedi ve hemen heyecanlı bir şekilde çiftliklerindeki atlarla alakalı bana bilgiler vermeye başladı.
O tay aslında Selim Bey'in atının yavrusuymuş. Anladığım kadarıyla Haluk Bey de bu yüzden tayı Kaan'a vermiş. Kaan bana bunu anlatırken bir an durup "Biliyor musun daha önce babam da benim gibi attan düşmüş hatta kaburgası kırılmış" dedi. Bunu duyar duymaz diken gibi olduğumu gizleyemem. Canı çok yanmış olmalı. Kaburga kırığının iyileşme aşamasının normal kırıklar gibi olmadığını duymuştum.
Yüzüm düşünce Kaan sözüne devam etmeden elimi tutup "Merak etme babam çok güçlü ve acıya dayanıklı biridir. Ben de aynı onun gibi olacağım. Hatta şu an ayağım çok ağrıyor ama dayanmaya çalışıyorum. Babam dayanabildiyse ben de onun oğlu olarak dayanabilirim öyle değil mi?" dedi. Kaan'ın o ışıl ışıl bakan gözlerine bakarken gülümsemeden edemedim. Ne kadar empatik bir çocuk. Karşısındakinin hislerini anladığı yetmiyormuş gibi hiç vakit kaybetmeden çok ustaca bir şekilde yüreğine de su serpebiliyor.
"Tabii ki dayanırsın. Biz hepimiz senin çok güçlü olduğunu biliyoruz"
"Sahi mi?"
"Sahi tabii. Peki tayına bir isim koydun mu?"
"Aslında çok düşünmüştüm ama bulamamıştım"
"Şimdi buldun mu yani?"
"Evet buldum. Hem de çok güzel bir isim buldum"
"Hmm... Beni meraklandırdın. Adını ne koymayı düşünüyorsun?"
"Adını Rüya koyacağım. Düşündüm de anlamı çok hoşuma gitti"
Kaan'ın bu ismi seçtiğini duyduğumda içime sıcacık bir his yayıldı. Rüya... Hastanede tanıştığımız o minicik güzeller güzeli bebeğin ismiydi Rüya. Kaan'ın bu ismi bu kadar içtenlikle söylemesi sanırım beni etkiledi. Ona "Peki bu ismin senin için özel bir anlamı mı var?" diye sorduğumda gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekti. Sessizliğe gömülse de gözlerinde bana içindekileri anlatmak için çok hevesli bir parıltı vardı.
"Bazen gerçek annemle babamı görüyorum"
"Nasıl?"
Yalan söyleyemem bunu söylemesi beni biraz endişelendirdi çünkü Selim Bey'den Kaan'ın öz anne ve babasının birlikte geçirdikleri kazada vefat ettiğini duymuştum. Yavaşça başını kaldırıp bana baktığında o küçük yüzündeki ifade içindeki derin duyguları yansıtan bir aynaya dönüşüverdi.
"Onları görmemi rüyalarım sağlıyor" dediğinde sanki geçmişin acılarını yeniden hatırlıyordu. O kadar da derin bir anlam yüklemişti ki o cümleye etkilenmemek mümkün değildi. Rüyalar onun için bir tür kaçış değil tam aksine bir bağdı hatta kaybettiklerini bulma yolu olmuştu. Ama rüyalarına dair konuşurken bir yerden sonra gözleri hafifçe karardı. Sanki rüya dünyasında sadece sevdiklerini görmekle kalmıyor onları kaybetmenin acısıyla da yüzleşiyordu.
Kısa bir an sustu ve o sırada gözlerini boşluğa dikip başını da hafifçe eğdi. Küçük elleri de birbirine kenetlenmişti ama birkaç saniye sonra gözlerini yeniden bana doğru çevirdi. Sözlerine devam ettiğinde ise küçük yüzündeki burukluk kayboldu. "Orada da mutluyuz. Annem ve babam var. Selim babam dedem babaannem büyük dedem Behiye babaannem ve amcam var" dedi. Bu sözleriyle saniyeler içinde karanlıktan aydınlığa geçiş yapmışım gibi oldu desem bana inanır mısın? Sanki bu kelimeler bir masalın en güzel anını anlatıyormuş gibi yavaşça ve umutla döküldü dudaklarından.
Bu halleri tam gözlerim nemlenecekken yüzümde tebessüme neden oldu. Heyecanını yansıttığı anlar o kadar tatlıydı ki. O da bana gülümserken hiç beklemediğim bir şekilde sözlerine devam etti ve gözlerinin içi parıl parıl parlayarak "Artık sen de varsın" dedi. Bir an bu sözlerin ne kadar derin ve anlamlı olduğunu hissettim. O masal dünyasına beni de alması ailesiyle eşdeğer tutması en önemlisi de benimle alakalı o küçücük kalbinde sevgi barındırması o kadar kıymetliydi ki. Boğazıma bir yumru oturdu ama bir yandan da Kaan'ın saf sevgisiyle kalbim ısındı. O an sadece Kaan'ın dünyasındaki yerimi değil benim dünyamdaki Kaan'ın yerini de derinden hissettim.
Kaan'ın söyledikleri kalbime dokununca yorum yapmaktan kaçınıp nemlenmeye yer arayan buruk bakışlı gözlerimle saçlarını okşamaya başladım. Kaan da birkaç saniye durup sonra da "Yani rüyalarımda bütün sevdiklerim bir aradalar. Bu yüzden bu isim bana onları gördüğümde hissettiğim mutluluğu hatırlatıyor" dedi. Demek onun için "Rüya" demek "Mutluluk" demekmiş. Bu ismi seçmesini o kadar güzel anlattı ki inan bana çok duygulandım. Ne kadar hassas ve ince fikirli bir çocuk... Umarım hayat onu bu yönü yüzünden fazla yormaz.
"Seni üzdüm mü Meral abla?"
"Hayır üzülmedim. Sadece söylediklerin çok güzeldi ve bu da beni olumlu anlamda biraz etkiledi sanırım"
O esnada kapının önüne gelen Selim Bey'in "Neler konuşuyorsunuz bakalım?" diyen sesi duyuldu. İkimiz de ona doğru bakarken Kaan söze girip "Meral ablaya tayımın ismini Rüya koyduğumdan bahsediyordum" dedi. Selim Bey birkaç saniye oğluna bakıp "Çok beğendim. Harika bir isim bulmuşsun" dedikten sonra benim ağlasam mı ağlamasam mı yoksa gülümsesem mi gülümsemesem mi der gibi olan tuhaf halime de bakıp sözüne devam edemedi. Ne olduğunu anlayamadı tabii.
Muhtemelen bu isimle alakalı duygusal bir mevzu olduğunu düşündü çünkü Kaan'a neden bu ismi seçtiğini sormak isterken soramamış gibi bir hali vardı. Hâl böyle olunca da hemen konuyu değiştirip ellerini birbirine çarptı ve "Size şöyle leziz bir sandviç ve meyve suyu getirmeme ne dersiniz?" diye sordu. Tepkisini "Harika olur!" diyerek belli eden Kaan bu işten pek bir memnun kalmışa benziyordu.
Çekinerek Selim Bey'e yardım isteyip istemediğini sordum ama oğluyla benim halime bakıp "Ben hallederim zaten hazır gibiler. Sen Kaan'ın yanında kalırsan sevinirim" dedi. Yalnız kaldığımız takdirde aramızda nasıl bir konuşma geçebileceğini tahmin ettiğim için üstelemedim tabii.
Selim Bey aşağıya indikten sonra Kaan babasını kastederek "İlk defa Derya Hanım ile konuştuktan sonra yüzü güldü" dedi ve hemen ardından da bana doğru tatlı tatlı bakıp sözünü de "Belki de sen buradasın diyedir" diyerek tamamladı. Bunun üzerine ne diyeceğimi bilemediğim için sessiz kaldım ama Kaan bu sessizliğim yüzünden boş bulunmuş olacak ki hiç beklemediğim bir şekilde "Ahmet amcam ona nasıl aşık oldu anlayamıyorum. Hiç birbirlerine uymuyorlar" deyiverdi. Ne! Ben doğru mu duydum? Ahmet amcası ve Derya Hanım... Yok artık!
Ben şaşkınca "Efendim?" deyince Kaan da dediği şeyi düşünüp korkarak ağzını kapattıktan sonra "Hıh! Bu amcamla aramda kalması gereken bir sırdı yanlışlıkla ağzımdan kaçırdım" dedi. Nasıl yani? Flaş haber bu olsa gerek. Şimdi Ahmet Bey bizim şirketten bildiğimiz sert ve otoriter olan Derya Hanım'a mı aşıkmış? Oo! Çocuktan al haberi dedikleri şey bu oluyor herhalde. Yalnız Ahmet Bey gibi pozitif bir adamın Derya Hanım gibi negatif bir kadına aşık olması da kaderin bir cilvesi herhalde. Ama en nihayetinde aşk bu kalp dediğin şey de böyle durumlarda nereye konacağını ayarlayamıyor tabii.
Kaan korkuya kapılınca onu rahatlatmak için bu duyduğum şeyi unutabileceğimi ve kimseye de bahsetmeyeceğimi söyledim. Ancak bu onu rahatlatmaya yetmemiş olacak ki utanarak bana doğru baktıktan sonra "Sorun o değil ki! Bunu kimseye söylememem gerekiyordu. Amcam bana güvenmişti Meral abla" dedi. Vicdan yaptı kıyamam ona.
"Hmm... O zaman bu konuyu amcanla konuşmalısın"
"Neyi?"
"Benimle sohbet ederken yanlışlıkla sırrınızı ağzından kaçırdığını"
"Ya bana kızarsa? Ben olsam kızardım sonuçta bu özel bir şey öyle değil mi?"
"Ben amcanın sana kızacağını sanmıyorum"
"Belki de ona söylememeliyim"
Bunu söyledi ama içi çok huzursuz oldu. Düşünürken de bunu yapamayacağını anlayıp "Ama o zaman da hem sırrını saklayamamış hem de ona yalan söylemiş olacağım. Yüzüne nasıl bakarım artık bana hiç güvenmez" deyince bu sefer konuya ciddi bir katılım gösterip "Söylemezsen her geçen gün kendini kötü hisseder amcanı gördüğünde de bu yaptığın şey yüzünden kendini suçlu hissedersin. Bana sorarsan onu ilk gördüğünde bundan bahset ve özür dile. Eminim bu aranızda bir soruna yol açmayacaktır. Ayrıca şunu da bilmeni isterim ki sırrınız benimle güvende. Bunu Ahmet Bey benimle paylaşmadığı sürece ben asla onunla ya da bir başkasıyla konuşmayacağım" dedim.
Derin bir oh çektikten sonra teşekkür edip oturduğu yerden bana sıkı sıkı sarıldı. Konuyu tatlıya bağladığımız sırada da Selim Bey elinde büyük bir tepsi ile içeriye girdi. Tabii ikimizi bu halde görünce kısa bir an afallayıp sonra da "Ben yine mi bir şey kaçırdım?" diye sorarak yanımıza geldi. Kaan ile göz göze gelip aynı şirin ifadeyle "Hayır" dedikten sonra bir de üstüne şüpheli bir şekilde gülümseyince haliyle Selim Bey de halimizden kuşkulandı.
Bir bana bir de Kaan'a doğru bakıp "Sizin aranızda ne çok sır olmaya başladı öyle" derken ben de ayağa kalkıp elindeki tepsiyi koyabilmesi için kenarda duran küçük masayı yatağın kenarına getirdim. Tepsiyi teşekkür ederek masaya koydu ve hemen ardından Kaan'ın oturmasına yardım etmeye başladı. Ben de o sırada boş durmadım ve peçeteleri alıp üçümüzün de önüne birer tane koydum.
Kaan'ın bir yanına Selim Bey bir yanına da ben oturdum ve tabaklarımızı elimize alarak sandviçlerimizi yemeye başladık. Ama öncesinde komik bir durum cereyan etti çünkü anladığım kadarıyla sandviçlerimizi ben dağıttığım için küçük bir karışıklık yaşanmıştı. Bu sayede Selim Bey'in çiğ domates sevmediğini de öğrenmiş oldum diyebilirim. İşin komiği Kaan ekmeğindeki çok fazla olduğunu iddia ettiği marulunu Selim Bey'e verirken ben de Selim Bey'in ekmeğindeki domatesleri kendi ekmeğime alarak tuhaf bir alın verin ekonomiye can verin durumu yaşadık. Paylaşım sona erip ekmeklerimize baktığımızda sonuç hepimizi memnun edince o halimize gülerek yemeğimizi yemeğe devam ettik.
Hayatım boyunca yediğim en keyifli yemekti desem herhalde yalan söylemiş olmam. Kaan'a bakıyorum ayağının o halde olmasına rağmen yüzünden gülücüğü eksik olmuyor. Ee! Selim Bey'e bakıyorum o da meyve suyunu içmesinde yardımcı olduğu oğluyla şakalaşıp duruyor. Tabii ara sıra da bana hoş bakışlarından bir demet gönderip oğlu kendisini köşeye sıkıştırınca da asistanı olarak patronumu her durumda korumam gerektiğini söylüyor. Beni hiç sorma bile çünkü ikisini izlerken resmen bulutların üzerinde geziyorum. İtiraf ediyorum ben bu baba oğula aşık oldum. Evet evet ikisi bir arada yani onlara paket halinde aşık oldum. Kesinlikle hissettiğim şeyin tam olarak karşılığı bu.
•●●·٠•●●•٠·˙
Yemek faslı bitince Kaan elindeki hikaye kitabını okumaya başladı biz de Selim Bey ile etrafı toparlayıp ne var ne yoksa aşağıya indirdik.
Mutfağa girdikten sonra da ben tepsidekileri sudan geçirip makineye koyarken o da çöpe atmak için peçeteleri ve atılacak diğer şeyleri toparlamaya başladı. Ortamda sadece küçük önemsiz sesler vardı. Akan su tabak ve bardakların birbirine dokunması çöp poşetinin hışırtısı... Ama başka hiçbir şey yoktu. Makinenin kapağını kapatırken gözüm Selim Bey'e kayınca mutfaktaki hallerine bakarak dalıp gittim. Mutfağını düzenlerken ki o doğal ve konsantre hali çok hoşuma gitti doğrusu. Eli de iş yapmaya alışkın gibi görünüyor yani hiç eğreti duran bir durum yok. Eminim evde Müberra Hanım varken de ona yardım etmekten geri kalmıyordur.
Kendisine baktığımı fark edince gözlerini kıstı ve sempatik bir ses tonuyla "Ne oldu?" diye sordu. Ne mi oldu? İsterse ona bakarken bana neler olduğunu şu an tartışmaya açmayalım. Cümlelerimi toparlayamam çünkü. Gülümseyerek başımı iki yana salladıktan sonra "Bir şey olmadı. Müberra Hanım ile konuştunuz mu Selim Bey gelebilecek miymiş?" dediğimde pek bir olumsuz baktı. Demek o konuda sorun çıkmış.
Mutfak tezgahına yaslanıp ayaklarını üst üstte çaprazlayarak kollarını kavuşturdu ve "Maalesef tam söylemeye çalışırken benden önce davranıp kardeşinin yanına gelmesinin kendisine çok iyi hissettirdiğinden bahsetmeye başladı. Ben de Kaan'ın durumunu söyleyip tatlarını kaçırmak istemedim" dedi. Bu kötü olmuş işte.
"Peki siz ne yapacaksınız tek başınıza idare edebilecek misiniz?"
"Hmm... Etmeye çalışırım ama destek olmak istersen inan bana minnettar kalırım"
İşte yine aynı şeyi yapıyor. Bana tabiri caizse bıyık altından yine kibarca emrivaki yapıyor. Bunu söylediğinde "Aa! Üzgünüm ama kendi başınızın çaresine bakmalısınız" demeyeceğimi adı gibi biliyor olmalı. O an gözüm duvardaki saate takıldı. 18.30'u gösteriyordu. Tamam belki Kaan uyuyana kadar birkaç saat daha kalabilirim ama daha fazlası olmaz. Bunu Selim Bey'e de söylediğimde ne yaptı biliyor musun? Resmen bana hiç yoktan iyidir bakışı attı. Ne yapsaydım yani? Geceyi mütemadiyen duygusal anlar yaşayıp bu yüzden de paniklediğim patronumun evinde mi geçirseydim? Üzgünüm ama bu kadar aksiyon bana yetti de arttı bile daha fazlasını bu bünye kaldırmaz.
Kendisine kahve hazırlamak için dolabından bardak almaya yönelirken bana hitaben de "Kahve içmediğine göre sana ne ikram edebilirim acaba?" dedi. Müberra Hanım'ın bitki çaylarının bulunduğu çekmeceyi açıp tek tek bakarken "Melisa çayı?" diye sordu. Yanına yaklaşıp kaşlarımı yukarıya kaldırarak "Olmaz sakinleştirip uyku getirir" dedim. Melisa çayını geri koyup o sırada eline gelen ısırgan otu çayını çıkarınca gülmeme engel olamayarak başımı hemen iki yana salladım. Nedenini anlamadığı için neden güldüğümü de anlamadı tabii ama ona o çayın bağırsak hareketlerini aktive ettiğinden bahsedecek kadar şuurumu kaybetmedim.
Sonunda seçim işine el atıp kararımı papatya çayından yana kullandım çünkü ağrıyı kesen bir etkisi olduğu için başımdaki minik ağrıyı da yok edebileceğini düşündüm. Bugün bana ne oldu bilmiyorum ama vücudum garip sinyaller yollama başladı sanki. Selim Bey su kaynatmak için su ısıtıcısını çalıştırırken ben de mutfaktaki tabureye oturdum. Onu mutfakta bizim için bir şeyler hazırlarken izlemek o kadar keyifli ki anlatamam. İyi ki arkası dönükte ondan ödünç aldığım yaramaz gülüşlü ifademi göremiyor.
Su kaynayınca Selim Bey bardaklarımızı doldurup ısıtıcıyı yeniden yerine bıraktı. Oturduğum tabureden kalkıp teşekkür ederek bardağımı aldıktan sonra tam mutfaktan çıkmak için kapıya doğru yürüyordum ki bir an arkamdan "Bana Rıfat Tekin'in kızı olduğundan bahsetmemiştin" dediğini duydum. Hmm... Ciddi konulara geçiş yapıyoruz gardını al diyor yani.
Yerimde kalıp ona doğru dönerek "Bahsetmeli miydim?" diye sorunca o da kahve fincanını alarak yanıma geldikten sonra "Başkası olsa belki de söyleyeceği ilk şey bu olurdu" dedi. Yan yana yürürken dik bakışlarımı ona doğru çevirip "Sizin de dediğiniz gibi başkası olsa böyle yapardı. Ben başkası değilim Selim Bey... Bu yüzden de Meral olarak böyle olmasını uygun gördüm" dediğimde o da bakışlarındaki hayranlık ifadesiyle birlikte bana doğru bakıp "Başkaları gibi olmadığının farkındayım" dedi. Hay aksi! Ben de onun başkaları gibi olmadığının farkındayım ve bu da beni duygularımı kontrol etme konusunda ne kadar zorluyor bilemezsin.
Yine kalbimi hiç zorlanmadan çalan sözleriyle o aşık olunası gözlerinin iş birliği yapıp beni kilitlediği anlardan birini yaşıyorum. Beni ne çabuk etkiliyor öyle... Birbirimize bakarken bunu ne manada söylediğini anladığım için gözlerimi kaçırarak salondaki koltuklardan birine oturdum. Şu an kalbimin sesini duymuyor oluşuna sevinmem lazım. Keşke ben de duymasam çünkü bu heyecanlı hâl kendimi açık etmeme yol açıyor olabilir.
"Peki siz ve Haluk Bey babamı nereden tanıyorsunuz?"
"Ben Rıfat Bey'i ismen tanıyorum. Babam da yıllar önce kendisine bir ziyarette bulunmuştu"
"Ziyaret... Neden peki?"
Kahvesini sehpaya bırakıp ayağa kalktı ve konsolun yanına giderek çekmecesinden bir albüm çıkardı. Onu merakla izlerken dayanamayıp yerimden kalkarak o yöne doğru gittim. Ne olduğunu da anlayamadım. Acaba özel bir gecede babamla beraber çekilmiş bir fotoğrafları falan mı vardı?
O da kısa bir arayışın ardından göstermek istediği resmi bularak albümü bana doğru uzattı. Albümü elinden alıp bakarken de sağ alttaki resme bakmamı istedi. Ben de dediğini hemen yaptım. Gözüme ilk çarpan detay babalarımızın bir araya nasıl geldiğini açıklar nitelikteydi. Fotoğrafa yakınlaşıp dikkatle inceledikten sonra işaret parmağımı Zülal Hanım'ın boynuna götürerek "Bu zümrüt gerdanlık..." deyip sustum. Tabii ben susunca sözümü Selim Bey tamamlayıp "Babamın anneme evlilik yıl dönümü hediyesiydi" dedi. Nereden nereye derler ya gerçekten de öyle.
Resme özellikle de Zülal Hanım'ın boynundaki gerdanlığa bakarken kendimi o kadar mutlu hissettim ki anlatamam. Farkında olmadan birbirimizin hayatlarına nasıl da dokunmuşuz inanılır gibi değil. Albümü görüş mesafemden uzaklaştırırken tuhaf duygularla gülümseyip "O gerdanlığı ben tasarlamıştım" dediğimde bu Selim Bey'i şaşırttığı kadar etkiledi de. İkimiz de dikkatle Zülal Hanım'ın boynuna bakarken o güne geri döndüğümü hissettim. Durmaksızın gülümsedim çünkü o gerdanlığın gerçeğe dönüşmesi epeyce zamanımı almıştı.
"Ne oldu Meral neden gülümsüyorsun?"
"Onu çizdiğim günü hatırladım"
"Benimle de paylaşır mısın?"
"Henüz lise öğrencisiydim ama okulumun bitmesine de birkaç hafta kalmıştı. Bir akşam annem odama gelip babamın aşağıda konuşmak için beni beklediğini söyledi. Neden çağırdığını anlayamadığım için çekinerek yanına gittim. Biraz konuştuk ve bana gelecekte ne yapmayı planladığımı sordu. Ona baktım ve birkaç saniye sonra kendimden gayet emin bir şekilde baş tasarımcın olmak istiyorum dedim"
"Eminim bu babanı çok mutlu etmiştir"
"Aslında kaşlarını çatarak "Dur bakalım bu o kadar da kolay değil önce kendini bana ispat et" dedi"
"Yani bir nevi çıraklığını yapmadığın bir işin patronluğuna soyunma dedi"
"Aynen öyle demeye getirdi"
"Sonra ne oldu peki?"
"Çekmecesinden sadece kendisinin kullandığı özel çizim kağıtlarından birini çıkardı ve "Sürenin hiçbir önemi yok yapıp yapabileceğin en iyi mücevheri çizip masama getir" dedi"
"Sanırım aynı durumda olsaydım ben de baban gibi yapardım"
Ona dik dik bakarak ima içeren bir tonlamayla da "Sağ olun Selim Bey!" dediğimde iki elini açıp "Yanlış bir şey mi söyledim?" diye sordu. Tebessüm ederek sözüme devam edip "Kısa geçiyorum. Odama gittim ve uzun uzun düşündükten sonra bir şeyler karalamaya başladım. İki gün sonra da son düzeltmeleri yapıp okul çıkışında heyecanla babamın yanına gittim ve büyük bir özgüvenle çizdiğim tasarımı masasının üzerine koydum. Uzun uzun baktı ve her köşesini dikkatle inceledi. Ancak ben tam oldu bu iş derken çekmecesinden yeni bir kağıt çıkarıp önüme koyarak "Tekrar dene" dedi. Bozuldum tabii..." dediğimde Selim Bey gayet ciddi bir tavırla "Babanın yaklaşımlarını sevdim. Tanışıyor olsak eminim çok iyi anlaşırdık" dedi. Nasıl yani? Ben burada ne kadar zorlu yollardan geçtiğimi anlatırken o neredeyse babama bana olan bu tavrı yüzünden madalya takacak. Bu defa herhangi bir imada bulunmayıp sözüme devam ettim.
"En can sıkıcı kısmı da o kadar detaylı incelemesine rağmen bana nerede yanlış yaptığımı bile söylememesiydi"
"O söyleseydi bir değeri kalmazdı ki bu yüzden de düşünüp odaklanıp kendin bul istemiştir. Gayet mantıklı"
Bunu demesiyle birlikte ona hayretle bakarak "Emin olun tanışsaydınız babam da sizi severdi" dedim. Bunu ne manada söylediğimi anladığı için güldü. Az önce bilerek ve de isteyerek patronuma kinaye içerikli bir laf çarptım. Hem de küt diye yüzüne karşı! Ne diyeyim Allah aşkına? Baksana onlar olaya aynı pencereden bakarken belli ki ben kapı deliğinden falan bakmaya çalışıyorum. Devamını duymak için merakla bana bakarken kendi kendime söylenmeye bir son verip konuya dönerek sözüme devam ettim.
"Uzunca bir süre babamın atölyesine heyecanla gidip her seferinde de elime tutuşturduğu bomboş kağıtlarla geri döndüm. Uzun süre derken birkaç haftadan bahsetmiyorum tabii o sırada lise bitti üniversitede istediğim bölümü kazanıp okumaya başladım öyle bir süre yani. O kadar moralim bozulmuştu ki anlatamam. Babamın baş tasarımcısı olabilmek için can atıyordum ama çizdiğim hiçbir şey ile onu etkilemeyi başaramamıştım. Bir gece kağıdımı kalemimi toparlayıp bahçeye çıktım. Çimlere uzanıp kendi kendime konuşarak yıldızları izlerken de kardeşim tepemden başını uzatıp tek başıma ne yaptığımı sordu. Sanki birinin bunu sormasını bekliyormuşum gibi hararetle babamın bir türlü tatmin olmadığından bahsetmeye başladım. O da güldü..."
"Sanırım kardeşinin neden güldüğünü biliyorum"
"Neden?"
"Önce sen söyle bakalım tahminim tutacak mı?"
"Babam tatmin olmuyor çünkü tasarımına odaklanmak yerine..."
"Sürekli kendini ona beğendirmek için uğraşıyorsun ve bu da seni kısıtlayıp köreltiyor dedi"
"Nereden bildiniz?"
"Babalar ve onlara kendilerini ispatlamak için uğraşan çocukları... Sence tanıdık gelmesi çok mu garip?"
"Haklısınız galiba"
"Peki kardeşinin sana yardımcı olacak bir çözüm önerisi var mıydı?"
"Vardı tabii olmaz mı? Benden babamı unutmamı ve önce bir tasarımdan kendim ne bekliyorum onu düşünmemi bunu da kağıda dökmeden önce kafamın içinde üç boyutlu olarak şekillendirmemi istedi"
"Kardeşini de sevdim"
Bu sefer de ben güldüm. Biraz daha anlatırsam bütün aileme hayran kalacak gibi görünüyor. "Şekillendirebildin mi peki?" dediğinde kardeşim gittikten sonra bir süre yıldızlara bakmaya devam ettiğimi söyledim. Sanırım ilham gelmesini bekliyordum. Tabii ısrarcı davranıp o da "Beklediğin ilham geldi mi?" diye sordu. Evet gelmişti.
"Yıldız kayarken üzerime de bir miktar ilham serpiştirmiş olabilir"
"Hmm... O esnada bir yıldızın kayması da hikayenin etkileyici kısmı oluyor sanırım. Peki dileğin neydi?"
"Hiçbir şey dilemedim çünkü o an yıldızlara bakarken şu kardeşimin üç boyutlu olarak düşün dediği şey gerçekleşti. Noktaları birleştir oyununu hatırlıyor musunuz Selim Bey?"
"Küçük bir çocuğum var Meral unutmam ne mümkün"
"İşte o anda onun bir değişik versiyonu olan yıldızları birleştir oynadım. O gerdanlıktaki pırlantalar yıldızları temsil ediyordu. Ortasındaki gri ham elmas ise onları izleyen ve kafası bir hayli karışık olan Meral'di. Yani ben..."
"Peki ya zümrütler?"
"Bu taş hakkında bilginiz var mı Selim Bey?"
"Bildiğim tek şey annemin bazı zamanlar bana zümrüt gözlü oğlum dediğiydi"
Ancak anneniz haklı dedim de ben bu misilleme konusunda pek bir acemi olduğum için kendi kendimi zora soktuğumu ancak bana doğru dönüp o yemyeşil gözlerine maruz kalmamı sağlayarak "Ne konuda?" demesiyle anladım. Önce annesinin söylediği şeyi düşündüm sonra da onu onayladığım sözlerimi düşündüm. Kahretsin!
Selim Bey de haklı olarak gözleriyle alakalı hoş bir şeyler söylememi ve belki de buna karşılık bana söylemeye hazırlandığı şeyin sırasını bekliyor gibiydi. Ah! Bari bunu soruyor bir de ne diye öldürücü darbesini o bahsi geçen zümrüt gözleriyle yapıyor ki? İşin kötüsü geri sayım başladı. Ona bakma sürem beşten geriye doğru hızla düşerken bir an önce etkisinden çıkmam gerektiğini anladım ve başımı eğip işaret parmağımla da boynumu ovuşturarak "Taşlara geri dönelim mi?" diye sordum. Tabii bu telaşlı halimle onu yine gülümsettim.
"Dönelim çünkü söyleyeceklerini merakla bekliyorum" dediğinde biraz huylanmadım değil. Sanki şimdi de ne söylersem taştan ziyade onu anlatacakmışım gibi hissediyorum. Sonuçta dolaylı yoldan da olsa gözlerine alenen iltifat etmiş bulunmaktayım değil mi? Of! Yine zihnimi ele geçirdi. Bu konuya nereden girdim ki? Onu değil taşı düşün Meral... Ah! Taş onu o da taşı çağrışım yaparken dikkatimi nasıl başka bir şeye verebilirim ki? Başka bir şey bul Meral... Hemen başka bir şey bul!
"O halde zümrüt taşının en değerli dört taştan biri olduğu bilgisiyle başlayalım mı?"
"Bu konunun uzmanı sensin ben ise seni hayranlıkla dinleyen tarafım"
"Pekala... Bu değerli taşı elmas safir ve yakut ile beraber mücevherat dünyasının dört yapraklı yoncasına benzetebiliriz. Ancak zümrüt bizler tarafından diğer taşlar arasında biraz daha ayrı bir yere konur. Özel buluruz çünkü. Zümrüt taşının kıymetli olması parlak ışığı geçirgen ve kusursuz bir yapıya sahip olmasından ileri gelir. Yeşili ne kadar kusursuzsa rakipleri arasında da bir o kadar zirveyi zorlar"
Onun en kusursuz yeşile sahip olan gözleri gibi öyle değil mi? Keşke şu an bana bakıyor olmasa da bu içine çekildiğim etkiden çıkabilsem ama bu pek mümkün gözükmüyor. Konuya geri döndükten sonra tebessüm ederek "Efsanevi Anka Kuşu'nun bilinen bir diğer adının da Zümrüd-ü Anka olduğunu biliyor olmalısınız. Kuşun görkemli ve gerçek olamayacak kadar ihtişamlı güzelliği zümrüt taşına benzetilerek tasvir edilir" dediğimde o da gülümsedi. Bu bilgi hoşuna gitmişe benziyordu.
Birkaç saniye düşündüm ve sonra vereceğim bir diğer bilgiyle kendimi de şaşırtarak "Tabii sadece bu kadarla da kalmaz. Birçok kültürde bu taşın iyileştirici özelliği olduğuna inanıldığı için tedavi amacıyla da kullanılır" dedim. Selim Bey de bu yüzden bana iyi geliyor olabilir mi? Bu yüzden mi ona her baktığımda içimde kurumaya yüz tutmuş olan çiçeklerin yeniden yeşerdiğini ve ömrüme ömür katıldığını hissediyorum acaba?
Söylediklerimi dinlerken büyülenmiş gibiydi. Beni sorarsan eğer inkar edemem ondan çok da farklı değildim. Bu anlarda her şeyi unutup sadece ona odaklandım. Ama bu taşla ilgili söyleyeceğim son bir şey daha vardı ve bu detay onu neden özel bulduğumuzu da açıklar nitelikteydi. İnanıyorum ki babası Haluk Bey de bu gerdanlıkla ilgili seçimini sırf bu yüzden yapmıştır çünkü o da bu tarz manevi değeri olan şeyler konusunda hassas davranacak birine benziyor.
Selim Bey ile karşılıklı olarak birbirimize kilitlenip kalmışken sakin bir ses tonuyla "Zümrüt sevgililerin birbirlerine verebilecekleri en özel armağan olarak görülür çünkü..." dedikten sonra kısa bir an durup onun zümrüt yeşili gözlerinden kendi payıma düşen armağanımı alarak "... çünkü zümrüt taşına kimi yerlerde "Koşulsuz Aşk Taşı" da derler" dedim.
Bunu söylememle birlikte aramızda derin bir sessizlik oldu. İçimdeki hiçbir Meral sesini çıkarmıyordu ya da ben artık onları dinlemeyi bırakmıştım. Selim Bey ise bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını kıpırdatırken bir anda ne değişti bilmiyorum ama yine söylemekten vazgeçti. Belki de bu anın konuşma anı olmadığını düşünmüştür. Ara sıra dudağının kenarında belirip tekrar kaybolan tebessümü ile o kadar da güzel bakıyor ki sanki bu bakışla beraber bütün hislerimiz kalpten kalbe kesintisiz ulaşım sağlıyor gibi oluyor.
Ona karşı isimlendirmekte epeyce zorlandığım adına sevgi ya da aşk diyerek de geçiştiremeyeceğim kadar güçlü bir duygu besliyorum. Benim hiçbir şekilde kontrol edemediğim içimde kalbimde ruhumda günden güne büyüyüp beni bir sarmaşık gibi saran büyüleyici bir duygu bu. Bu duyguyla nasıl başa çıkarım ya da çıkmak ister miyim bilmiyorum ama şu kısacık zamanda kalbimin her köşesi bu harika adamın izleriyle doldu. Ömrümün sonuna kadar da benimle birlikte kalacak izlerle...
Bana bir adım yaklaşırken bu sefer geri çekilmek ne kelime yerimden milim bile oynamadım. Normalde uzaklaşmaya çalışmam en azından gözlerimi kaçırmam gerekiyordu ancak bana içinde derin anlamlar barındıran bakışlarıyla bakarken ikisini de yapamadım. Bana ne oluyor bilmiyorum ama kilitlenmiş olma olasılığım çok yüksek. Belki de bu sefer ondan kaçamayacağımı ya da kaçmak istemediğimi anlamışımdır.
Gözlerimi gözlerine dikmiş onu ne kadar çok sevdiğimi düşünerek Selim Bey'i izlerken o da bakışları gibi son derece zarif bir ses tonuyla içime kadar işleyerek "Bana ne yaptın böyle?" diye sordu. Ona ne mi yapmışım? Anladığım kadarıyla o bana ne yapmışsa aynısını ben de ona yapmışım.
Bu sorunun ardından bizi neyin beklediğini anladığım için "Doğru zaman değil" diye fısıldadım ama nafileydi çünkü bunu söylememle birlikte bir süredir beklenen buluşma gecikmeli de olsa gerçekleşti. Tuhaf olan ne biliyor musun? Bu an dudaklarımızdan ziyade kalplerimizin birbirine değdiği bir an gibiydi. Ne ona ne de kendime karşı koyamadım. Koymak da istemedim. Sanırım bu geceden sonra burada kalma planlarımda da küçük bir değişiklik yapmak zorunda kalacağım.
19.Bölümün Sonu
Yorum yazma kısmına bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazarsanız beni çok memnun edersiniz ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder